Recep Tayyip Erdoğan’ı anlamak kolay değil. Çok zaman söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmadığı izlenimi ediniyoruz. Ediniyoruz çünkü kendisi bu izlenimi veriyor. Örneğin daha birkaç gün önce, galiba gene bir “açılış” mıydı, neydi, orada konuşurken sözü Avrupa Birliği’ne getirdi ve bu birliğe tam üye olarak katılmayı amaçladığını (amaçladığımızı, yani “ulusal bir hedef olarak) söyledi.
Şimdi bu “şaşırtıcı” değil mi? Cumhurbaşkanımızın Avrupa Birliği üstüne bir şeyler söylemesi “şaşırtıcı” değil. “Şaşırtıcı” olan bu değil. Zaten sık sık konuşuyor, düşüncelerini dile getiriyor. Şaşırtıcı olan birdenbire karşımıza çıkan “tam üyelik” isteği. Çünkü bu konuda geri kalan bütün konuşmalarında söylediği şeyleri bir araya topladığımızda, Avrupa Birliği’nin berbat bir yer olduğu fikrini ediniyoruz. Bencillik desen orada, ikiyüzlülük ve kalleşlik desen orada, emperyalizm desen ohoo! Yalan dolan hepsi orada. Zaten, hani o hastalığın adını da “frengi” koymuşuz; tam isabet: böyle şeyler hep frenklerden gelir.
Ama üyelik bizim stratejik hedefimiz imiş. Cumhurbaşkanımızın bütün söylediklerinin doğru olduğunu da öğrenmiştik… Şimdi ne düşünmemiz gerekiyor?
Soruyorum, çünkü söylenen sözlerin yanısıra davranışlar da bir tuhaf. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi diye bir kurum var, biliyorsunuz. O kurumun verdiği kararların bizim hukukumuzu bağladığını da bir tarihte kabul etmişiz. Başkası değil, biz kabul etmişiz. Bu Avrupa kurumu bir süredir Osman Kavala’nın, Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmesi gerektiğini yüksek sesle ilan ediyor. Biz tahliye etmiyoruz.
Hatta bunun biraz eskide kalmış bir aşamasında Cumhurbaşkanımız, “Onlar öyle karar çıkartırsa biz de ‘hamlemizi yapar’, çıkartmayız” demişti. Normal koşullarda, girmek istediğin yerde sana “Şöyle şöyle yapman gerekiyor” dediklerinde ilk işin öyle yapmamak, öyle yapmaktan kendini kurtarmak üzere plan kurmak olur mu? Kaldı ki AİHM’in bu kararı vermesini gerektiren bir yığın neden var — kendilerine yöneltilen suçları işlememiş olmak gibi. Ama sorsak, Cumhurbaşkanı herhalde ulusal bağımsızlık ve “gurur”dan söz eder. Görüşmenin bu aşamasında Brunson sorulsa ne der, bilemiyorum. Çoğumuz bu derinliklere alışık değiliz.
Aramızdan bazıları bu durumlarla karşılaşınca “tutarsızlık” deyip geçiyor. Ben bunu yapamıyorum. “Bir yerlerde benim göremediğim bir şey vardır” diyorum. Bu konuyla ilgili de “tutarsızlık” kategorisine girmeyecek bir açıklama bulmaya çalışıyorum. Anlaşmazlık konusu çok… Sözün gelişi, bazılarımız “Söz özgürlüğü yok” derken Cumhurbaşkanı her zamanki kesin tonuyla “var” diyor. Diyor ve örneğin Selahattin Demirtaş’a dönüyor (bütün bu itiş kakış arasında), “Senin dersini de İmralı’daki verecek” diye bir başka konuya atlıyor. Nasıl ve niçin dersini verecek İmralı’daki? Demirtaş HDP için onun (yani büyük ölçüde PKK’nın) uygun bulmadığı bir strateji öneriyor, daha açık söyleyecek olursak “Silahı bırakalım, siyaset yapalım, demokratik mücadele yöntemine geçelim” diyor. Cumhurbaşkanı da bu durumda, “Hele biraz bekle, bak İmralı’daki sana neler yapacak!” diyor.
Şimdi, burada da bir “çelişki” görmüyor musunuz? Hatta belki “bir”den fazla? Selahattin Demirtaş (ve daha yığınla Kürt) PKK’dan bağımsız olmadıkları suçlaması ve gerekçesiyle hapiste değil mi? Bir yığın Kürt Belediye Başkanı bu gerekçeyle azledilip yerlerine kayyumlar tayin edilmedi mi? Ama “İmralı’daki”, yani Abdullah Öcalan, “Sizler gerektiği kadar PKK’lı değilsiniz!” diye hepsinin dersini verecek mi? Öcalan’ın “ders vereceği” insanlara karşı devletin takınacağı tavır nasıl bir tavır olmalı? Sorular, sorular. İçinden çıkılmıyor.
Demin “söz özgürlüğü” demiştim. Yeniden, o temaya bakalım; biraz değişik bir açıdan bakalım. “Memlekette istediğinden fazla söz özgürlüğü var” diyen Recep Tayyip Erdoğan acaba “özgürlük” derken söylenen sözün hiçbir şeyle (örneğin, “gerçeklik” gibi ya da “mantık” gibi ya da “nedensellik” gibi bir şeyler) kayıtlı kuyutlu olmadığını mı kastediyor?
Bakın, inandırıcı bir açıklama bulmakta zorluk çektiğim sorunun cevabı bu olabilir. Buysa, Türkiye’de siyaset işlerine girmiş olanlar için o kadar yeni, görülmemiş bir şey değil: zamanında Süleyman Demirel de “Dün dündür, bugün bugündür” dememiş miydi? Demişti.
O demişti. Demeyen başkaları da “yapmıştı”. Ama bu şimdiki iktidara gelinceye kadar buna benzer olaylar daha seyrek olurdu. “Dün dündür” gibi bir açıklama yapmak zorunda kalanların halinde tavrında “mahcubiyet” gibi bir şeye de rastlanırdı. Oysa yeni dönemde bu gündelik gerçeklik haline geldi. Tayyip Erdoğan, örneğin, ne söylediyse tersini de söyledi. Kimi zaman bu yön değişikliğini bir “kandırılma” sonucu olmuş bir şey olarak sundu bizlere. Kimi zaman (ve çoğunlukla) böyle bir şeye de gerek duyulmadı. Sonuç olarak, “gerçeklik” diye bellediğimiz şeyin oldukça değişken ve keyfi olduğu bir dünyada yaşamaya başladık. Yavaş yavaş alışıyoruz.
Gene de, her şeyin o kadar değişken olmadığı durumlar var; örneğin, Recep Tayyip Erdoğan bir şey söylüyorsa, o doğrudur.