Başkalarına Ses Olmak
Erdoğan Özmen

Bir yerimiz olsun isteriz hayatta. Yerleşmek ve tutunmak için. Varoluşumuzun ağırlığından, mütemadiyen varlığımızın farkında olarak yaşıyor olmanın yükünden biraz kurtulmak, hafiflemiş hissetmek için. Sözümüzün bir değeri ve karşılığı olsun isteriz. Sesimiz ulaşsın muhataplarına. “Duyuyorum seni, söylediklerini can kulağı ile dinliyorum” diyen ötekiler olsun çevremizde. Böylece tanınmış, görülmüş, kucaklanmış, tutulmuş hissetmek isteriz, çaresiz ve terk edilmiş hissetmemek. İçimiz ışık ve temiz havayla dolar o zaman. Mucizevi bir dönüşüm başlar. Bir ruhumuz olur. 

Kimsesiz ve yapayalnız olmadığımızı bilmek isteriz. Çünkü, nasıl onaracağını, nasıl çare bulacağını bilmediği bir kırılganlık ve zayıflıktan mustariptir insan. Hayatın başlangıcından itibaren böyledir bu. Ümit içinde bekler insan. Ötekinin yolunu gözler çaresizce.

Sesi özellikle duyulmayanlar için ne büyük bir armağandır bu. Sesi kısılanlar, dilinden mahrum edilenler, dilsiz bırakılanlar, dilsizler, dışarı atılanlar, sürgünler için. 

Psikiyatri/psikoloji bunun için değilse şayet, başka ne işe yarar ki? Bedende ve ruhta sıkışmış, ifade ve temsil imkanlarını kaybetmiş, donmuş her imgeye, kendi kelimesine kavuşmayı özleyen her ize açılan bir pencere bile olmayacaksa şayet? Zamanla ruhun ve bedenin akacağı ve gelişeceği bütün kanalları tıkayacak kum tanelerine dönüşen o imgeler/izler yığınına, kalbi yırtarak birikip pıhtılaşan feryada/çığlığa, dilini arayan acıya, dilsizlere tanıklık etmeyen, sessiz kalan bir psikiyatri/psikoloji kendi haysiyetini çoktan kaybetmiş sayılmaz mı?     

Öbür türlü çünkü, bir yerimiz olmadığında, kendimizi ait hissedeceğimiz güvenli bir yerden yoksun olduğumuzda giderek genişleyen ve çürüyen bir zamanın içine düşeriz. İçimizde açılan ve durmaksızın genişleyen bir boşluk belirir. Bir yere ait olmamak tutunamamak demektir. Tutunacak dalların bir bir kırılması, sürekli düşmek demektir. Düşerken uzanan hiçbir elin olmamasıdır.  Böylece ruha “hayatımı yine de sürdürdüğüme göre, benimle başkaları arasında nasıl bir bağ ve ilişki var?” sorusunun bir hançer gibi musallat olmasıdır. Yanıtsız kalakaldığımızda, sesimiz kimseye ulaşmadığında dünya karanlığa gömülür. Başkalarının kayıtsızlığı kör bir kuyuya düşmek gibidir. Orada ebediyyen unutulmak gibi. Hiç sonu gelmeyen uzun ve yavaş bir çekimde ölmek gibi. Varlığın içinin acıyla boşalmasını izlemekten başkası gelmez elimizden o vakit. “İşte ben” diyeceğimiz, “ben” addedeceğimiz şeyin temel koşulunu kaybetmişizdir. Başkalarının kayıtsızlığı ölüm demektir. Başkalarının kayıtsızlığına şiddetle çarpar, un ufak oluruz. 

Ses vermediğimizde ışık ve sıcaklık yok olur, karanlık çöker, dünya ıssızlaşır, çocuklar, gençler bir bir ölür.

Vakitsiz çocuk ve genç ölüler toplumun simgesel/kültürel dünyasında yerleşecek hiçbir yer bulamaz. Hepimizin ödeyeceği bedeldir bu: Onların yasını tutmaktan men edilmek ve hiç yatışmayacak bir vicdan azabı.