O Sahnenin İçinde… 1995 yılı geçti mi?
Emel Uzun

1995 garip bir yıldı. Ben öyle geçmişi pek ayrıntılı hatırlamam ama 95 yılını iyi hatırlıyorum. Orta ikinci sınıfa gidiyordum ve bacağımda oluşan kemik iltihaplanması dolayısıyla aylarca hastanede yattım. Ondan daha uzun bir süre de evde, televizyonun karşısında. Hastane kısmından sadece bazı kareler var zihnimde. Bir sürü ayı, birkaç an olarak hatırlıyorum ama televizyon karşısında izlediklerimi ve o dönemki gündelik hayatımı çok net. Özellikle bu ara daha çok hatırlamaya başladım. Neden olduğunu anlamaya çalışırken, kendimi bu yazının başında buldum.

O yıl sadece birkaç ay okula gittim. Geri kalan kısmında raporluydum. O kadar çok televizyon izledim ki artık yürüyebilir, normal hayatıma dönebilir hale geldiğimde başka bir çocuktum. Sosyal deney gibi… Sürekli ve çok yoğun televizyon izlemenin bende ne kadar büyük bir kafa (ve ruh tabii) karışıklığı yarattığını hatırlıyorum.

1990’lı yıllar genel olarak bir kafa karışıklığı ile hatırlanır zaten zannımca. Kimine göre bu ülkenin politik olarak en karanlık zamanlarıydı. Kimine göre ise çok renkli, eğlenceli, değişim dolu yıllardı. İkisi de doğru büyük ihtimalle. Ben bu taban tabana zıt iki hikâyeyi televizyon karşısında izledim ve o zamanlardan beri sanırım hep aynı yarılmayı takip ediyor zihnim.   

Magazin bilgimin kökleri o yıl atıldı. Önümüzdeki 20 yıl boyunca da ünlü ve popüler kalacak olan televizyon personalarımızın çoktan ihya olduğu yıllardı. Serdar Ortaç, Ayşegül Aldinç, Zerrin Özer, Ahmet Kaya, Yıldız Tilbe, Muazzez Ersoy ve Gülben Ergen’in peş peşe sahneye çıktığı bir yılbaşı programı var örneğin hatıramda. Kimlerin ana akım olacağına, kimlerin bu çatışmalı süreç sonunda kafasına çatal bıçak fırlatılacağına birkaç yıl sonra karar verilecekti.

Akşam üstleri Fransız yapımı gençlik dizileri, sitcomlar yayınlanıyordu. Henüz romantik ilişkilere dair bir fikrim de yoktu, özgürlük talebim de. Ama o Fransız gençlerin yaşadığı gündelik hayatın benim yaşayabileceğim formdan çok uzak olduğunu kavrayabiliyordum. Gençlik dizileri başka bir gezegeni anlatıyordu. Çizgi filmler kesmiyordu. Ama bu kadar çok haber izlemek zorunda kalmış olmak, 95 yılında neler olduğunu hatırlayınca, bambaşka bir şey yapmıştı.

***

Bugün de televizyon izlemekle ilgili böyle bir deney yapılsa muhtemelen benzer bir yarılma hissi “araştırma çıktısı” olarak not edilir bir yerlere. Medya izleme işi yapan biri anlatmıştı. Belli kanalları dönüşümlü olarak takip ettikleri bir sistemden bahsetmişti. Bir kanalın içeriğine çok fazla maruz kalınca duygularının, kanaatlerinin ve (çok şaşırarak) düşüncelerinin (bile!) ne kadar hızlı dönüştüğünü anlatmıştı. Yani aylar boyunca her gün sadece belli bir televizyon kanalını izleyerek geçirmenin kendisinde yarattığı değişimden ne kadar ürktüğünü ve sonrasında takip ettiği kanal değiştiğinde yaşadığı kafa karışıklığını şaşkınlıkla paylaşmıştı.  Benimki belli bir kanalın yarattığı bir şey değildi. Evet benzer bir şaşkınlıktı ama bir taraftan da bu kadar çok medyaya maruz kalmakla ilgili yan etkilerdi daha çok yaşadığım.

Çok fazla eğlence içeriğine (diziler, tv programları, filmler, eğlence programları, reklamlar, klipler vb…) ve ona hiç benzemeyen politika ve ekonomi haberleri dünyasında bata çıka her gün neler olduğunu anlamaya çalışmaktı tüm yaptığım. Çocukluktan çıkma evresine denk geldiği için galiba bu kadar sarsıcı gelmişti bana. “Dünya nasıl bir yer?” sorusunu henüz sormadan aldığım çok uzun bir cevap gibiydi.

İki şey gösteriliyordu televizyonda. Eğlence içeriği olarak çok süslü, parlak, gösterişli bir ünlüler, güçlüler ve zenginler dünyası. “Büyüyoruz” diyen ekonomi haberleri. Sürekli GAP haberi izlemekten içimde garip bir gurur duygusu büyümeye başlamıştı. Müthiş büyük proje diye diye saatlerce baraj ve kanal inşaatlarındaki iş makinalarına baktığımı, “Gide Gide GAP” diye bir program izlediğimi hatırlıyorum. Gümrük Birliği telaşı da öyle. Her gün en önemli gündem o idi. Sürekli izliyor, ne demek istediklerini anlamıyordum. Ama içime bir umut doluyordu. 

Bir diğer taraftan da her haber bülteninde bir askeri operasyon, şehit, etkisiz hale getirme… haberi vardı ama o haberler o kadar çok vardı ki artık bir yerden sonra hiç anlamadığım, çok uzak bir yerde olup bitiyormuş gibi görünen, duyarsızlık geliştirdiğim bir zaman öbeğine dönüşmüştü bülten akışı içinde. Bu kadar teknik bir dille anlatılan şeyin, bu ülkenin en büyük problemi olduğunu anlamamı sağlayamamıştı henüz o kadar haber. İnsan göstermiyorlardı çünkü. Uçaklar, silahlar, dağlar, haritalar… İnsan gösterseler bir şekilde anlamaya çalışırdım. Ama hiç anlamıyordum.

Sonra Gazi Olayları başladı. Bu kez olay yeri uzak yerler değildi. İstanbul diyorlardı. Bir anda olay o kadar büyüdü ki canlı yayında çatışma izlemeye başladım. Programlardan takip ediyordum ama esasta neden bu kadar büyük bir sorun olduğunu anlayamıyordum. O zamanı yaşayan Alevi bir ailenin çocuğu muhtemelen en iyi bu sorunun cevabını biliyordu. Savaş, dağ görüntüleri ile montajlanıp verildiğinde bir tür yabancılaştırıcı etki yapıyormuş demek ki. Şehrin orta yerinde yaşanan böyle bir şeyi izleyince devletten de millet denen şeyden de korkmam gerektiğini ilk kez sezdim sanıyorum. Alevi kelimesini ilk duyduğum zamandı. Ne Aleviliğin ne olduğunu ne de bu kadar istenmediklerini anlamıştım. Çok istemiştim anlamak. Ama kimse anlatmıyordu. Sanki her şey konuşulabilir, her şey gösterilebilirdi ama bir tek, tüm bunların neden olduğu söylenemez gibi davranıyorlardı. Evdekiler de cevap vermiyordu. Birileri merak etmemi ya da anlamamı değil korkmamı istiyor gibi hissetmiştim.

Ben o yıl televizyonun karşısında bu ülkede ötekilerin olduğunu, onların çok yakınımızda yaşadığını fark ettim. Haberlere verilen tepkileri gözlemlediğimde bizim evin içinde de aynı yarılmanın olduğunu anladım. Haberleri dedemle birlikte, onun fısıltılarıyla izlersem kendimi güvende hissettiğimi, güçlü ve haklı olan tarafta olduğumu sezmiştim. Dedem, Demokrat Parti’den beri hep sağcı partilerin yanındaydı. Babamla izlersem ve onun tepkilerine kulak verirsem çok derin bir endişe yaşadığımı hatırlıyorum. Çünkü solcuydu ve bizim evdeki öteki o idi. Kafam da ruhum da fena karışmıştı.  

***

Bugün de aynı şeyi hissediyorum. Bu kez yaşadığım şey fazla medyaya maruz kalmakla ilgili değil. Artık televizyondaki bu iki dünyanın birbirinin içine geçmesi zorunlu da değil zaten. Sadece eğlence içeriği izleyerek hayatınızı devam ettirebilirsiniz. İsterseniz gerçek hayat haberlerinden kaçış mümkün yani. Ya da sadece reel dünyanın temsiliymiş gibi yapan hikâyenin içinde kalmak da olası (Ya da gündelik hayatmış gibi yapan kurmaca sekmesi gibi birçok seçenek var aslında bugün). Mesele şu ki, bugün hiç haber izlemesem de televizyonun karşısında korkan, anlamayan çocuk halimden pek de kurtulamıyorum gibi geliyor artık. Ne kadar kaçmaya çalışsam da Gazi Olayları’nın yaşandığı yerde ikamet ediyor gibiyim. O çatışma sahnesinin içindeymişim gibi. Toplumsal karmaşaya ilişkin ilk imgem o sahne ile kurulmuş olacak ki, bugün gördüğüm her ırkçı ve homofobik saldırı, her kadın cinayeti, her linç haberi beni o tablonun içine götürüp bırakıyor. Bugün 1995’ten farklı olan şu; artık televizyonun karşısında oturmuyorum. O sahnenin içinde yaşıyorum. Televizyonu kapatınca da geçmiyor. O zaman da geçmemişti gerçi…