Cem Yılmaz’ın son gösterisi Diamond Elite Platinum Plus’ı izlediniz mi? Gösteri bana her şeyden çok, Cem Yılmaz'ın orta yaşın son demlerinde, bilhassa da sınıf üzerinden, hayat muhasebesi gibi geldi.
Nedir bu hayat muhasebesinden kastım? Cem Yılmaz bugün nereden baksak, hayatının en az son yirmi yılını zengin ve meşhur olarak geçirmiş bir insan. Buna karşın son tahlilde işi, ortalama insanın ortalama dertlerini ortalama insana anlatmak. Ününü, parasını kazandığı alan bu. Olduğu insanla, sahnede olması gerektiği insan arasındaki işte bu uçurum nedeniyle, gösterinin kimi yerlerinde Yılmaz, orta yaşa gelmiş, üne paraya kavuşmuş pek çok komedyen gibi, seyircinin nabzını tutmakta zorlanıyor, kendi olduğu yerden izleyicisinin hayatına temas edecek şeyler söyleyemiyor. Zira “ortalama insanın” zengin ve ünlü olmaktan doğan dertlere sempatisi ister istemez sınırlıdır. İzleyici, Cem Yılmaz’la fotoğraf çektirmek isteyenlerin Cem Yılmaz’a verdiği rahatsızlıkla empati kurmakta zorlanır, çünkü esasında Yılmaz’la fotoğraf çektirmek isteyenlerle empati kurar. Hayatı kendisiyle yakınlık kurmaya çalışan kitlelerden yorulan insan olarak deneyimlemez; gündelik hayatta ünlüyle karşılaşmanın bir heyecan ve mutluluk unsuru olduğu bir evrende yaşar. Zaten, “Bodrum’daki yazlığın havuzunda, elimizde şampanya kadehleri…” diye başlayan anılar, bir müddet sonra, o Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi, “biraz da biz ölelim” duygusu uyandırır.
Gösterinin en vasat kısmı olan ve orta yaşlı erkek standup'ının kaçınılmaz bir unsuru olan "politik doğruculuk :(((, bu da mı homofobi :((, onun da mı şakasını yapamayacağız :((" kısmını da geçelim.
Tüm bunlar bir tarafa, bence Cem Yılmaz hâlâ takip edilmeye değer, merak uyandıran bir figür. Ve bu son gösterinin en ilginç yanı, Cem Yılmaz’ın senelerdir Türkiye'de ısıta ısıta önümüze konulmaya çalışılan bir zenginler fakirlere karşı, elitler halka karşı eksenlerinde kendini konumlandıracak bir yer bulamaması. Kendisini ve tecrübesini anlamlandırmakta erişiminin olduğu şablonların yetersiz kalması.
Çünkü bir yandan Cem Yılmaz, az önce de dediğim gibi, kurnaz, iş bitirici, halk çocuğu Arif değil artık; kendisinin de farkında olduğu gibi Bodrum'da havuzlu yazlığında tatil yapan, yat sahibi bir adam. Ama diğer yandan, gösteri boyunca görüyoruz ki Arifliği geride bırakmayı tam içine sindirmiş de değil. Adeta şeytanla bir anlaşma yapmış da, pazarlıkta payına düşen para pulun boşluğuna yeni uyanmış bir Mefisto şaşkınlığı içinde.
Gösteri boyunca durmadan bahsi geçen Acun Ilıcalı, Rahmi Koç, Ata Demirer gibi isimler biraz da o şaşkınlıktan bence. “Ben zengin oldum ama o kadar zengin de olamadım, bunun için miydi bunca emek; uyduruk bir Trakya aksanıyla iki senede bir aynı filmi çekmemenin, kendince bir standardı tutturmaya çalışmanın neticesi bu mu olmalıydı” hayreti.
En sonda gördüğümüz, çağları aşıp günümüze gelen Nasreddin Hoca fikri; aşkınlığı hazırcevap, nüktedan bir halk figüründe araması da bu soruna kendi cevap arayışının bir neticesi. Yani kendisini son tahlilde, Acun Ilıcalı’yla, Rahmi Koç'la değil de, "halk"la beraber görme isteğinin bir tezahürü.
Bu açıdan gösterinin adı da manidar: arkaya arkaya bindirilen Diamond, Elite, Platinum, Plus’lar bir tür seçkinciliğin parodisi, kremanın kreması, kalburüstünün de üstü, sadece platin de değil, platinum plus! Ama gösterinin kendisi izleyicisine bir noktada “sensin diamond, sensin elite” demeyi de vazife bilmiş. (Tabii, burada muallak olan da şu: herkesin diamond herkesin elite olması bir tür eşitleyici hümanizm mi, yoksa elite olmak için Cem Yılmaz’ın gösterisine gelmek mi lazım? Parada pulda değil de, Cem Yılmaz sevgisinde, mizahı Trakya aksanında değil de Cem Yılmaz’da bulmakta kendini gösteren bir elitizm?)
Ama günün sonunda Cem Yılmaz’ın “halk mıyım seçkin miyim” açmazının içinden çıkamamasının, kendisini içine rahatça yerleştiği bir sınıfsal poziyona koyamasının nedeni de işte tam bu sosyolojik gerçeği gerektiği gibi yansıtamayan kategorilerden ("halk", "seçkinler") dışarı çıkamaması; yapmak istediği analizin, düşünmek istediklerinin kavramsal araçlarından yoksun olması. Çorak kavramlarla, alışılmış kategorilerle çorak çıkarımlar, öncekilere benzer değerlendirmeler üretilir. Benzer bir şeyi, Arif v 216’yı izlediğimde de düşünmüştüm: O filmde de toplumsal yaşam, Türkiye'nin yaşadığı dönüşümün nedenleri ve sonuçları, bireylerin etik yükümlülükleri, nezaketin ahlâkla ilişkisi gibi mevzuları anlamak ve anlatmak isteyen, ama bu tür bir analizi mümkün kılacak kuramsal altyapıdan yoksun bir karakter, son tiradında "anlatamıyorum" (ve anlayamıyorum da) diye bağırıyordu sanki.
Bu yoksunluğun en önemli nedeni de, tabii o cihette bir düşünsel yatırımın Cem Yılmaz’ın kafasındaki "halk" fikriyle, zıpçıktı zeki oğlan, "hayat okulu"nda tahsil görmüşlükle bağdaşmaması. “Halk”, Yeşilçam’ın yoksul ama onurlu karakterleri mi, Sivas’ta insan yakıp ritim tutanlar mı, Nasreddin Hoca bilgeliğini senelerdir sahneye taşımaya çalışan Cem Yılmaz mı? “Elitler” marina sahipleri mi, Avrupa’ya gidip Türk gördük diye üzülenler mi, yoksa oyuncularla arkadaşlık eden, Bodrum’da havuzlu yazlığını istediği gibi kullanamayan, yat sahibi Cem Yılmaz mı? Buradaki karmaşayı çözmek, bir tek “sokak”ta anekdotal gözlem yapma, hasbelkader el yordamıyla edindiği kavramlara yaslanmak yoluyla mümkün değil sanki (akademide senelerce dirsek çürütmüş bir insan olarak, elimde çekiç, her baktığım yerde çivi görme ihtimalini de yadsımıyorum tabii) ama en nihayetinde bu düşünsel olarak fakirleş(tiril)miş, her şeyi el yordamıyla, kurnazlıkla çözmesi beklenen halk fikrinden Cem Yılmaz’ın kendi de yıllardır muzdarip. Bu noktada artık geriye dönülmesi mümkün olmayan bir Arifliği geride bırakıp “entel”lere de bir şans vermesinin vakti gelmiştir belki.