İç İçe Üç Kaşık…
Orhan Koçak

Belki somut şahsiyetlerle temsil edildiğindendir, son dönemde siyasal eleştirinin başlıca yeni konusu “popülist rejimler” oldu. Bu daha çok liberal sol için böyleydi, çünkü Ortodoks Marksist-Leninist sol için hiçbir şey yeterince yeni olamıyordu; kadim bilginin dışına kaçabilecek bir şey olamazdı. Öte yandan, liberal solun bu süreğenleşen iç tartışmasında, güncel siyasal sahneyi gittikçe büyüyen lekeler halinde kaplayan iki ayrı olguya pek dikkat edilmediği söylenebilir, en az popülizm kadar şerir olgular. Biri, dünyanın hemen her yerinde “vigilante müfrezelerinin” (“yasadışı gönüllü yasa infazcısı” diyelim) kamu hayatını etkisi altına alması ve kamusallığı içerden çürütecek biçimde “devletin yasal şiddet tekeli” ile yasadışı şiddet arasındaki ayrımı “meşru şiddet” kategorisi içinde buharlaştırması. Bunu Tanıl Bora özellikle Medeniyet Kaybı (2007) kitabında tartışmıştı. Genişletilebilecek bir tartışmadır bu, ama burada asıl ikinci olgunun etkinliğine değinmek istiyorum: “askeri-sınai kompleks”, ya da “asker-sanayi-politikacı kompleksi.”

İlkin ABD’de radikal sosyolog G. Wright Mills’in İktidar Seçkinleri (1956) kitabında, ardından beş yıldızlı general Başkan Eisenhower’in 1962’deki devir-teslim konuşmasında öne çıkan bu kavram, 70’li ve 80’li yıllarda (ABD dışında) solun gündemini meşgul etmedi: belki her yerin solunun doğal baş düşmanı ABD’den türediği için, belki de “emperyalizm” kavramı böyle bir olguyu da içerecek ölçüde her şeye yettiği için: Luxemburg’da, Lenin’de, Bukharin’de bir analiz gereci olan kavram, 90’lardan itibaren, analizi devre dışı bırakan bir savaş narası haline geliyordu.

Türkiye’de sosyalist solun bazı kesimleri, özellikle Kürt sorununu sorun edinmiş kesimler, 70’lerden bugüne kadar, Türkiye gibi ülkeler için “alt-emperyalist” sıfatını kullanmaya da cesaret ettiler. Ama genellikle bu bir sıfat olarak kaldı, işleyişi pek deşilmedi. Bu alt-emperyalizm, üst-emperyalizmin küçüğü müydü sadece, Batı’nın başka bölgelerdeki taşeronu muydu, ondan ayrışan kendi özel çıkarları ve davranışları var mıydı? Biraz bulanık kaldı bu konular.

Askeri-sınai-siyasi kompleks fikrine geçmişte solda fazla müşteri çıkmadı, çünkü Türkiye’nin 90’lara kadar kayda değer bir silah sanayisi yoktu. Bir de, 1974 Kıbrıs işgali bir yana bırakılırsa (solun çeşitli sektörlerinin bu konudaki tutumu ikircikliydi) NATO’ya alınmanın bedeli olarak katıldığı Kore harbinden 90’lı yıllara kadar Türkiye’nin silahlı dış maceraları olmamıştı. Yabancı topraklardaki askeri operasyonlar 90’larda başladı ve Türkiye’nin aselsanıyla, havelsanıyla, bmcsiyle, koçuyla ve bayraktarıyla silah sanayisinin ihracat yapabilecek bir büyüklüğe erişmesine paralel olarak 2000’li yıllarda zirveye çıktı. (Aynı süreçte, solun o ikircikli sektörlerinin zihinlerinin netleşmesini ve açıkça Denktaşçı olmalarını izledik.)

Alt-emperyalizm fikri ancak silah sanayisi ve ihracatıyla birlikte kendi “maddi içeriğine” kavuşacaktı. Bunu gündeme getiren ve tarihselleştiren, Yeni Yaşam gazetesindeki yazılarıyla Zafer Yörük oldu. Birkaç hafta boyunca ABD’deki değil bu ülkedeki askeri-sınai kompleks hakkında yazdı, Türk savaş sanayisi ile askeriyenin ve siyasal iktidarın “iç içe üç kaşık” gibi (Ece Ayhan) yatmasını. Çok okunduğunu sanmam, hepimiz sadece kendi yakınlarımızı okuyoruz, çoğumuz sadece kendimizi okuyoruz. Bir bölüm aktarmak isterim Yörük’ün dizisinden:

2000’li yıllar, Türkiye’de askeri yapılanmanın kapsamlı bir tasfiye ve dönüşümden geçtiği bir dönem oldu. ‘Kemalizmin kalesi’ni ‘Peygamber ocağı’na çevirme adına önemli başarılar kaydedildi. Zorunlu askerlik hizmetinin önemi azaldı; sözleşmeli er statüsünden yüksek rütbeli komuta kademesine kadar profesyonelleşmeye geçiş yapıldı. Tabi, bir de zamanın ve bölgenin ruhuna uygun olarak ‘esas ordu’ya paralel ÖSO misali ‘vekalet orduları’ kurularak beslenmeye başladı. Bu dönüşümün arka planında, ABD misali fakat bu kez yerli ve milli bir ‘askeri endüstriyel kompleks’ de oluşmakta. Yeni ordunun donanım ihtiyacı, elden geldiğince yerli silah sanayi ürünleriyle karşılanıyor. Geçmişte devlet tekelinde olan silah sanayinde özel sektörün rolü de giderek artıyor. Silah sanayi, yerli ve milli taşeron sermaye palazlama projesinde motor rolünü, son yıllarda tıkanma yaşayan inşaat sektöründen devralma yolunda ilerliyor. Böylelikle, cumhuriyet Türkiye’sinin başından itibaren programatik hedefi olan ‘kendi burjuvazimizi yaratmalıyız’ şiarına ek olarak bir de 1950’lerden beri muhafazakar sağın diline yapışan ‘küçük Amerika’ olma ideali de nihayet başarılmış görünüyor. Çünkü artık kimse, Türkiye’nin bir ‘askeri endüstriyel kompleksi’ yok diyemeyecek. Yerli ve milli kompleksin endüstri ayağına bakıldığında AKP rejimi altında atılım yapan iki grup hemen dikkat çekecektir. Bunlardan biri, devlet tarafından el konulması ardından Ethem Sancak’a devredilen BMC diğeri de saray-damat bağlantılı Bayraktar grubudur. Biri zırhlı araç başta olmak üzere kara kuvvetlerine üretim yaparken diğeri de son yılların gözdesi İHA ve SİHA üretimi alanında atılım yapmış bulunuyor.

Yörük bu cümleleri yazalı bir yıldan fazla oluyor. Geçen süre içinde BMC’nin yarısı Katar’a, yarısı da bir başka yerli ortağa satıldı. (Acıklı CHP, ulusal silah sanayisinin “yabancılara” satışına çok ağladı.) Ürünler de zırhlı araç ve SİHA’nın dışında uçak ve füze parçalarına kadar iyice çeşitlendi ve miktar da arttı. Yıllık ihracat artış oranında başka bütün sektörleri geride bıraktı.[1] Ama Yörük’ün anlatımında o dönem için eksik kalan şey, bu üç öğeli kompleksin (sermaye-ordu-siyaset) aynı zamanda bir ideolojik işlev icra ettiğiydi: bir ikna mekanizması, bir “rıza” üretme cihazı: seni beni büyük suçun küçük hisseli ortakları haline getirme kapasitesi. “Türkiye’nin” Pamuk ve Sancar’dan sonra ilk kez sahiden gurur duyabileceği bir başarı öyküsüydü bu. Medya da bu medar-ı iftiharımızı yakından, hatta olaydan önce takibe almıştı.

Baykar firmasına övgüleri “ana akım medyada” önce Hürriyet gazetesinde Yalçın Bayer’in “Ergenekon haberleşme panosunu” andıran sütununda okumaya başladık, sonra elbette Ahmet Hakan devraldı. Muhakkak ki Aydınlık’ta, Akit’te, Sözcü’de, Karar’da da benzer bir teheyyüç olmuştur. Ama bunu en iyi köpürten Cumhuriyet’teki köşesinde Barış Terkoğlu oldu (22 Temmuz 2019). Sadece iki seçenekli bir aile draması haline getirmişti olayı, vatanperverlik motifi üzerinden. Uzunca bir alıntı. “Berat mı Selçuk mu” alt başlığıyla başlayan.

Davutoğlucuların en çok okuduğu Karar gazetesinin ekonomi sayfalarında gördüm. Krize rağmen başka yöne giden bir sanayi kalemi vardı. Mayıs ayında ulaşım araçlarının imalatı yüzde 115 artış göstermişti. Yazar İbrahim Kahveci’ye göre bu araç, son dönem büyük gelişme gösteren İHA, yani “insansız hava aracı”ydı. İHA deyince herkesin aklına doğal olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar geliyor. Haliyle ekonomide kötü gidişattan Damat Berat Albayrak sorumlu tutulurken, öbür damadın adı krize rağmen yaşanan üretim patlamasıyla anılıyor. Aynı ailenin içinde yaşanan bu ekopolitik sarkacı düşünürken olayı magazinleştiren, Erdoğan’ı desteklediğini bildiğim arkadaşım oldu. Söze girişti: “Zaten partinin tabanında da hep ‘Berat mı, Selçuk mu’ soruluyor.” “Nasıl yani” dedim? Artık saklanacak hali kalmamıştı. Parti tabanının başarısızlıkların sorumlusu olarak gördüğü Berat Albayrak’a karşı duyulan alerji günden güne artarken, Selçuk Bayraktar’a duyulan sempati de katlanarak büyüyordu. Bu da iki damadın zihin terazilerinde tartılmasına neden oluyordu. (…) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve çocuklarının Kısıklı’da birbirine yakın villaları vardı. Berat Albayrak da eşiyle burada oturuyordu. Buna karşın Selçuk Bayraktar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “izin verirseniz benim evimde oturalım” diyerek rıza almış ve İstanbul’un başka bir semtinde kendi evine taşınmıştı. Tabii efsaneler başladı mı bitmiyor (...) Berat Albayrak’ın “İslamcı mütefekkirler” arasında sayılan babası FETÖ davaları sürecinde “kandırılmıştı”. Balyoz kumpas belgelerinin ardından askerlerin aleyhinde FETÖ’cü savcılara şikâyet dilekçesi vermişti. Selçuk Bayraktar’ın babası ise yıllardır TSK personeliyle iyi ilişkileriyle biliniyordu. 28 Şubat döneminin ardından bile askeri projelerde TSK ile sorunsuz çalıştı. Şirketlerinde birçok emekli askere görev vermesi bir yana, Balyoz davasında tutuklanan askerlerin Silivri’deki ziyaretçilerinden biriydi. Mahkemeleri takip ediyor, cezaevine gidip hatırlarını soruyordu. Öyle ki tahliye oldukları gün cezaevi kapısında karşılayanlar arasındaydı.Balyoz kumpasında hedef alınan Ahmet Yavuz, “O hep benim yanımdaydı. Sadece benim için değil, Hasan Iğsız General için de, Ergin Saygun General için de, diğer arkadaşlarım için de çabaladı” diye anlatıyordu. Bu bilinmeyen ilişki nedeniyle Selçuk-Sümeyye Bayraktar’ın düğününde kumpas mağduru askerlerden bazıları davetliler arasındaydı.

Damat Berat, çoğu zaman FETÖ okullarındaki geçmişiyle sıkıştırılıyor. (…) Selçuk Bayraktar ise Robert Kolej mezunuydu. Berat Albayrak, lisans sonrasında tezine ya da danışmanına dair etik tartışmalarıyla gündeme geldi. Selçuk Bayraktar ise burs kazandığı prestijli MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) yaptığı çift yüksek lisansla, Georgia Institute of Technology’deki doktorasını İHA projesi için yarım bırakmasıyla hatırlanıyor. Berat Albayrak, kariyerini tartışmasız Cumhurbaşkanı’na borçlu. Selçuk ise başarı hikâyesini kendisi yarattı. Bu nedenle Berat için “damat”, Erdoğan için “Selçuk’un kayınpederi” ifadesi daha çok kullanılıyor.

İyi damat kötü damat ayrıştı. Başarılı gazeteci, birkaç gün sonraki (25 Temmuz) yazısında bütün bu mukayesede asıl önemli meselenin İmam Hatip-Robert karşıtlığı filan olmadığını da belli edecektir: “Bir de şu var ki Cumhurbaşkanı’nın damatları AKP’nin siyasi ittifakları ve ideolojik eksenindeki dönüşümle de kesişiyor. Çözüm süreci ya da FETÖ kumpasları devam ederken PKK’ye en çok zarar veren İHA’ların mucidini belki de bugün olduğu yerde göremezdik.” Bu biraz karışık pasajı sadeleştirirsek: 2015-16’dan itibaren Tayyip Erdoğan ve AKP eğer Gülencileri tasfiye edip MHP ve askerle ittifak yapmaya girişmemiş olsaydı, Baykar önemsiz kalmaya devam eder ve biz de PKK’ye en büyük kaybı verdiren silahların “mucidini” hala tanımıyor olurduk. Ve söz konusu kompleksin üç ayağı da (siyaset, sanayi, ordu) birbirine kenetlenemezdi. Özetin özeti: Baykar ve Selçuk iyidir, çünkü PKK’lileri öldüren modern silahları üretmektedir.

Böylece sunulur muhalefete, iktidarın “siyaset-üstü” dış ve iç politikasına yanaşıp yapışmasını kolaylaştıracak mazeret. Bozkurt Kemaller ve Toledo Ahmetler de “Kandil’de taş üstünde taş bırakmayacaklarını” herhangi bir utanç duymadan bangır bangır ilan etme imkânını böyle kazanırlar. Ama gurur kaynağı silah sanayisi ve Barış Terkoğlu gibi apolojistleri sadece Çankaya’da, Bağdat Caddesi’nde, Trabzon’da ve Konya’da mı muhatap buluyorlar? “İki Barışlar”ın (öbürü Pehlivan) ve başka ODA TV yazarlarının son on yıl boyunca çeşitli sosyalist mecralarda övgüyle ağırlandıklarını izlemedik mi?

Başka bir deyişle, hiç şaşırmıyoruz SOL Parti'nin HDP ve yedi sol örgütün toplantısına katılmayı reddetmesine ya da TKP’nin bu görüşmelere ancak “kerhen” katıldığını her tarafa belli etmesine.


[1] Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerinden, 2021’de “savunma ve havacılık” ihracatının %41 artışla 2 milyar 279 milyon TL’den 3 milyar 668 milyon TL’ye çıktığını görüyoruz. Aynı dönemde genel ihracat artışı ise %32’dir.