Erdoğan/AKP uzunca bir süredir, en azından 2011 yılından bu yana, olumlu bir yönetim performansına, yani sorun çözmeye, iyileştirmeye, geleceği kurmaya dayanan bir yönetim sergilemiyor. Bu bakımdan kelimenin tam anlamıyla “halktan kopuk.” Üstelik bu “kopukluk” iktidarın Erdoğan’ın şahsında merkezileştiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve herkesin kendi çıkarının peşinde olduğu bir teşkilattan ibaret olan AKP ile iyice perçinlenmiş durumda. Zira bu sistem, aşağıdan/toplumdan gelecek talep ve şikâyetleri yukarıya/yönetime taşıyacak mekanizmalar olan partiyi (AKP), parlamentoyu ve yargıyı tüm iktidarı elinde toplayan Erdoğan’ın talimatlarını yerine getiren araçlara çevirmiş durumda. Süreç yukarıdan aşağıya işliyor. Yukarıda, Erdoğan’ın deyimiyle “kendi meşveret meclisinde” kimlerin etkili olduğu ise belirsiz. Bu ayrı bir mesele, fakat verilen yalpalama görüntüsü ortada tutarlı ve bütünlüklü bir politika üretmeye hizmet eden bir yapılanma niyetinin dahi olmadığı yönünde. Zira seyrettiğimiz dizi, birbiriyle çelişkili ve koordine edilmemiş reaksiyonlardan ibaret.
Hal böyleyken Erdoğan’ın/AKP’nin iktidarını koruma ve yeniden ve yeniden üretme stratejisi, bir yandan kitleleri cezbedeceğini düşündüğü “çılgın projelerle” göz boyamaya ve “diriliş, şahlanış” gibi sloganlarla bir gelecek vizyonu var''mış gibi'' yapmaya, diğer yandan hak ve özgürlükleri kısıtlayarak siyasal ve toplumsal muhalefetin alanını daraltmaya ve kamusal tartışmayı otoriter yöntemlerle bastırıp fırsat vermemeye dayanıyor. Erdoğan yönetimi en basit/masum bilgileri, istatistikleri gizliyor, soranlara da “kamuoyunu ilgilendirmez” diyerek had bildiriyor, demokratik bir rejimi yalnızca sandıkla sınırlandırmayan en önemli ilkeler olan şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleriyle alakası olmadığını gösteriyor. Parti siyaseti düzeyinde ise; iktidarına meydan okumayan ve dolayısıyla sadık muhalefet partileri idealine uymayanları eğer kriminalize etmiyorsa, gayr-ı meşrulaştırıyor, onu da yapamıyorsa galiz ifadelerle aşağılıyor ve kendince muhalefetin Türkiye’yi yönetme kapasitesinin olmadığını göstermeye çalışıyor. Kutuplaşma ve medya hâkimiyeti vasıtasıyla kamusal tartışmaya el koyduğu sürece, bunda başarı kazandığı anlar da oluyor. Bu süreçte, gerçekleri açıkça çarpıtarak kendisinin müsebbibi olduğu olumsuzlukların sorumluluğunu muhalefete, değilse komplo teorileri vasıtasıyla dış/üst/erişilemez güçlere yıkıyor. Muhalefetin demokrasi teorisinde olmazsa olmaz rolü ile ilgilenmediğini varsayalım; demokrasi macerasında emekleme döneminde olan Afrika ülkelerinde bile ülkelerinin seyrini değiştirebilen muhalif gücü külliyen görmezden geliyor. Fiili olarak, muhalefet partilerinden olan belediyelerin olumlu bir performans üretmesini zorlaştırmak, böylece yönetemeyecekleri iddiasını güçlendirmek amacıyla alanlarını/imkânlarını daraltıyor. Sonra da, mealen “bu CHP zihniyeti gelmiş geçmiş bütün hizmetleri engellemeye çalışan bir takozdur” diyor.
Muhalefet, Rejimi Demokrasi Temelinde Yeniden Kurma Tasavvurunun Neresinde?
Meselenin şu yüzü de var: AKP/Erdoğan yönetiminin son birkaç yıl içinde apaçık hale gelen tutarsızlıklarının, başarısızlıklarının, adalet yoksunu davranışlarının ve 5'ler çetesi ile cisimleşen yolsuzluk ve yozlaşma pratiklerinin, AKP'nin aldığı desteğe ve kendi imajına olumsuz etkileri pandemi süreci ve ekonomik krizin etkisiyle arttı. Bu ivme ile geçtiğimiz aylarda muhalefet (ki bu yazı boyunca kastım Millet İttifakı ve potansiyel müttefikleri) lehine bir momentum oluştu ve muhalefet, muktedirlik göstergelerinden biri olan gündemi belirleme kapasitesine erişti. Ancak, bu ivme de kısa sürmüş görünüyor. Zira Erdoğan, döviz kurlarındaki artışın yine günü kurtaracak bir tedbirle durdurulmasıyla eşzamanlı bir şekilde, bütün imkânları ve cüssesiyle devreye girdi. Hemen her gün açılış, ödül töreni, temel atma töreni gibi vesileler yaratarak ve bazı günlerde birden çok platformda podyuma çıkarak konuştu. Uzun bir aradan sonra muhtarlarla da buluştu. Tepeden ve yüksek sesle yaptığı bu konuşmalarında, artık asli görevine dönüştürdüğü muhalefetin güvenilirliğini lekeleme iddiasını sürekli olarak yeniledi: “evet bir kriz var, fakat her yerde kriz var ve bunu daha önce yaptığımız gibi yine biz çözeriz, bu beceriksiz, sicili bozuk, millete hizmet diye bir derdi olmayan muhalefetten bir şey beklemeyin!” Bu sırada iktidar blokundan bir kesimin yıllar önce yazdığı şarkı sözlerini bahane ederek Sezen Aksu’ya bulaşmasını fırsata dönüştürmeye çalışarak gündem yarattı. Kendi çevresinin bile Aksu'yu dinlediğini, Aksu’nun sanatıyla okkalı bir cevap verebilen ve karşı cepheyi konsolide eden bir figür olduğunu görünce geri dönüş yaptı ve kendi izleyicilerinin gözünde zerre itibar kaybetmeden hiçbir şey olmamışçasına işine devam etti.
Bu tahkir edici nutukların, ''seyircisinin'' beklentilerini karşıladığı kesin olsa da, (bazı anket sonuçlarına göre) geçtiğimiz aylarda AKP’den kopan seçmenin muhalefete angaje olmayıp ve hatta AKP’ye geri döndüğü iddiaların doğruluğunu kesin olarak tespit etmek mümkün değil. Eğer öyle ise, Erdoğan'ın avantaj hanesine bir çentik atılmış demektir, üstelik olumlu diyebileceğimiz bir yönetim performansı olmadan ve kendisi için icat ettiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'yle ülkenin yönetilemeyeceği apaçık hale gelmişken. Bu bir başarı ise, elbette otoriter pratiklerle demokratik siyaset alanını epeyce daraltmış olmasının yarattığı avantajlardan kaynaklandığı açık. Ama burada gözlerden kaçan çok önemli bir strateji yetersizliği sorunu var: muhalefetin, sadece AKP’nin başarısızlıklarının yarattığı fırsatlara odaklanan, bu başarısızlıktan bir çeşit “siyasi rant” elde etmeyi amaçlayan stratejisi onun önünü kapatan, vizyonsuzluğa ve eylemsizliğe kapı açan kısır bir seçimdir. Biraz daha demokratik bir ortamda belki işleyebilecek bu muhalefet stratejisi, tek otoritenin “iktidara talip olmak sizin haddinize mi düşmüş” diyerek çullanan ağır cüssesinin altından hâlâ kalkamamış görünüyor. En önemlisi, muhalefeti AKP’nin muhalefet için çizdiği parametrelere yani iktidarın stratejisine hizmet etmeye mahkûm kılıyor.
Biraz daha açalım: muhalefetin gündemi belirleyebilme kapasitesinin uçuculuğunun ve iktidarın alternatifi haline gelememesinin bir gelecek vizyonu ve yönetme kapasitesi yoksunluğu olduğu düşüncesi yaygın bir kabul görüyor. İnsaflı davranmak gerekirse, içinde bulunduğumuz baskıcı şartlarda muhalefetin işi gerçekten zor. Fakat bu bozuk şartlar ve onunla beraber gelen kurumsal/toplumsal çözülme nedeniyle önümüzdeki mesele sadece bir iktidar değişimi meselesi değil demokrasiyi yeniden kurma meselesidir. Muhalefet, bu hususun taşıdığı kritik önemi gerçekten kavramış ve bir hazırlığa girişmiş değil. Ben, bu yeniden kurma meselesini en temel çerçeve koşul olarak alarak, Türkiye muhalefetinin içinde bulunduğu vizyonsuzluk, eylemsizlik ve inisiyatifsizlik sorunlarının kaynağı olarak gördüğüm üç noktaya odaklanacağım.
Birincisi, son örneğini geçtiğimiz günlerde cemaat evinde/yurdunda kalan bir öğrencinin ailesinden ve çevresinden çektiği cefaya dayanamayıp intihar etmesi üzerine veril(emey)en tepkide gördüğümüz laiklik meselesiyle ilgili. Muhalefet, tutarlı, bütünlüklü, çoğulcu ve özgürlükçü bir laiklik vizyonu geliştiremediği ve bunun dindar veya değil neden tüm vatandaşlar için en mükemmel bir arada yaşama formülü olacağını ısrarlı bir şekilde savunamadığı için bu tür kritik olaylarda yalpalıyor. İntihar eden öğrenci gibi yaşam özgürlüğü elinden alınanlara, tarikatların ve tarikat yurtlarının kapatılmasını içermenin dışında yeni bir çıkış yolu sunamıyor, topluma yol gösteren bir liderlik yapamıyor. Hal böyle olunca, yeterli, etkili ve 'kurucu' bir alternatif haline de gelemiyor. Muhalefetin laiklik konusundaki kronik müphemliği hem AKP’nin dindar tabanını korkutmaya ve böylece muhalefet hakkındaki önyargılarının pekişmesine ve muhalefete kulak dahi kabartmamasına yol açmakta, hem de yeni bir demokratik laikliğe sahip çıkılacak bir durumda sessiz/müphem kaldığı için kritik düşünce dozu ortalama laik vatandaşlardan yüksek olan tabanı tatmin etmesini zorlaştırmakta.
İkincisi, Kürt meselesi: bu konuda da tıpkı laiklikte olduğu gibi muhalefete bir inisiyatifsizlik hali hâkim. Bu inisiyatifsizlik, AKP’nin HDP’yi -terörle bağlantılı olduğu gerekçesiyle ve seçmenin iradesi hilafına- hedef alarak, kapatmaya çalışmasını, HDP’nin kazandığı belediyeleri hukuka aykırı yollarla etkisizleştirmesini ve HDP’nin muhalefet edebileceği yaşam alanını daraltmasını kolaylaştırıyor. Böylece AKP, HDP’ye her yüklenişinde aslında HDP'li olmayan ama HDP'nin hak ve hukukunu savunan diğer muhalif ajanlara da baskı yapıp ifade özgürlüklerini psikolojik olarak sınırlandırmış oluyor, çünkü muhaliflerden HDP'ye verilen her destek vatan hainliği kategorisine sokularak özürlü bir muhalefetin yönetememe gerekçesi olarak sunuluyor. Dolayısıyla, muhalefetin AKP’nin HDP’ye yüklenişlerine verdiği destek aslında kendi yaşam/muhalefet alanının daraltılmasına destek anlamına geliyor. Diğer taraftan, 7 Haziran’dan sonra AKP’nin iktidarını koruyabilmesi, bir kısım seçmeniyle beraber muhalefetin HDP/Kürt siyasetine mesafesine, bu siyasetten muhtemelen hem Kürt hem sol hem de özgüvenli ve iddialı olması nedeniyle irrite olmasına dayandı. Bu bakımdan AKP’nin HDP’yi düşmanlaştırarak siyaset alanını daraltması sadece normatif değil pratik nedenlerle de Türk demokrasi tarihine leke dolu bir miras olarak geçecek.
Üçüncüsü, her türlü muhalefeti gayr-ı meşrulaştırmaya hizmet eden bir damgalama süreci, toplumu ve hatta AKP’nin kendi tabanını sürekli disiplin/tedhiş altında tutmanın bir aracı olarak da işlemektedir. Bunun en açık göstergesi, FETÖ söyleminin bir başka, bu kez dindar bir öteki karşısında, bir ölüm kalım savaşı veriliyormuşçasına safları sıkıştırma ve ötekine saldırının kritik bir vasıtası olarak kullanılagelmesidir. AKP, “tavanı ihanet, ortası ticaret, tabanı ibadet” diye başladığı tasnifleyici/nüanslı söyleminin, istediği korku iklimini yaratmak açısından verimli olamayacağını kısa sürede anladı ve bilhassa “15 Temmuz hain darbe girişimi” sonrasında “irtibatlı, iltisaklı” kavramlarıyla, bu yapılanmayla bir şekilde temas eden hemen herkesi topun ağzına koydu. Bu sırada bedeli mukabilinde istisnalar yapıldığı da bizzat bazı AKP çevrelerinin dile getirdiği “FETÖ borsası” iddialarından anlaşıldı. Bunları yaparken, FETÖ ile mücadele pratiğini her an, herkesin FETÖ'cü ilan edilip, evrensel insan haklarını ihlal eden ve hukuku teğet geçen her türlü cezalandırmaya tâbi olacağı şekilde genişletti. Bu, aslında AKP’nin en başından beri benimsediği bir çeşit savaş olarak bayraklaştırabileceği bir yarı-gerçek mücadele odağı seçip, kendi arkasında durmayan herkesi karşı safa koyarak yok etme/etkisizleştirme/intikam alma stratejisinin devamı niteliğindeydi. Geçmişte Kemalist vesayetçilikle mücadelesinde de böyle bir mantık işliyordu. AKP’yi eleştiren herkes vesayetçiydi. Bugün de FETÖ söylemi, benzeri bir işlev uğruna seferber edilmiş durumda. Kılıçdaroğlu, Emin Çölaşan, Sezen Aksu, Ahmet Davutoğlu, Meral Akşener, eski dava arkadaşları, AKP’ye muhalif olmasa da yanında durmayan herkes, onun FETÖ ile mücadelesini zayıflatmak isteyen, FETÖ hizmetlileri. Bu bakımdan FETÖ, aslında AKP’li olmamanın ve AKP’li olmamayı kriminalize etmenin bir metaforu haline gelmiş durumda. Bugünkü rejim muhalifleri, FETÖ saldırısına feda edilen adalet kavramının ve yargı sisteminin karşısında, çeşitli nedenlerle, açık ve seçik tavır alamamaktalar. Bu husus, tıpkı Kürt meselesinde olduğu gibi demokratik rejimi yeniden kurmanın bir temel taşı olarak görülmemekte, ya es geçilmekte, ya da küçük bir azınlık tarafından karından konuşan bir yarı eleştirel üslupla geçiştirilmektedir.
Muhalefetin mevcut ortaklık gündeminin seçim yaparak yeniden parlamenter sisteme dönmek olması anlaşılabilir. Zira Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi altında Türkiye eğitim kalitesi, özgürlükler, eşitlik, refah, hukuk devleti, kadın-erkek eşitliği ve bilhassa kadınların can güvenliği, kamusal tartışma, karşılıklı nezaket, kadirşinaslık vb. hiçbir çağdaşlık göstergesinde olumlu bir performans göstermedi. Bu olumsuz göstergelerden birinin demokrasi olması, sözgelimi ekonomi alanındaki olumsuzlukların muhalefet açısından avantaj teşkil etmesini zorlaştırmakta. Sonuç olarak, muhalefet tarafından savunulan tutarlı, bütünlüklü ve istikrarlı bir demokrasi gündeminin yokluğunda, ihtiyaç olan “kuruculuk” kapasitesine erişemeyeceği gibi, iktidar değişimi için avantaj yarattığı düşünülen diğer bütün “siyasi rant” kaynakları da mevcut şartlarda beyhude olabilir.