Politik/Apolitik
Murat Belge

1965 seçiminde “milli bakiye” adıyla tanıdığımız bir seçim sistemi vardı. 27 Mayıs olmuştu ama darbeyi yapanlar ve darbenin yapılmasından mutlu olanlar seçimli düzene dönüldüğünde Demokrat Parti’nin (bu partiden kalanların) gene kazanacağından endişe ediyorlardı. Haklıydılar da. Olanlar, haklı olduklarını gösterdi. Onun için bu sistemi tercih etmişlerdi: küçük partilerin aldıkları oy normal olarak milletvekili çıkartmalarına yetmez; seçilen sisteme göre bu küçük partilerin aldığı toplam oy sayılıyor ve bir yüzde hesabı içinde milletvekillerinin sayısı artıyordu. Zayıfı gözeten, bu bakımdan adil bir sistemdi ama adil olmasından çok, en büyük partinin milletvekillerini azaltacağı için tercih edilmişti. TİP bu çapta bir seçime ilk kez girdi, yüzde üç buçuk gibi bir oy oranına erişti ve on beş milletvekili çıkardı. “İlk girilen seçim” olarak iyi bir sonuçtu.

Aradan neredeyse elli yıl geçti. Bu elli yıl içinde çok farklı şeyler yaşandı. Çok şey değişti. Ama sosyalizme verilen oy yüzdesi pek fazla değişmedi. Bu, şaşırtıcı bir durum değil mi? Üstelik bu süre içinde sosyalizmin tartışması, kavgası da hiç dinmedi. Sosyalizmin yarattığı tehlikeleri önlemek üzere iki askeri darbe yapıldı. Bütün bunlar olurken seçim sandığındaki durum değişmedi. Neden acaba?

Türkiye çok “sağcı” bir toplum mu? Çok mu muhafazakar?

1965’te TİP on beş milletvekiliyle Meclis’e girerken Türkeş’in partisi (O zaman henüz CKMP idi) on bir milletvekilinde kalmıştı. Yanılmıyorsam “Milliyetçi Cephe” hükümetlerine kadar da bu sularda seyretti. Ama zamanla yükseltti oyunu. 12 Mart askeri darbesinden sonra en yüksek oy oranına yükselen, CHP’nin “en sol” önderi diyebileceğimiz Bülent Ecevit’ti. Yani, Türkiye seçmeninin sola kaymamaya yeminli bir duruşu olmayabilir, muhtemelen yoktur demek istiyorum. 1965 seçiminden sonra da TİP’liler belirli bir ilgiyle karşılanıyor, dinleniyordu (Aybar’a “1969’da başa güreşeceğiz” dedirtecek bir ortam vardı). Ama 1969’da “milli bakiye” sistemi kaldırıldı; Sol kendi içinde bölünüp kavgaya tutuldu; Sovyetler Birliği Çekoslovakya’yı işgal ederek (daha önce de Macaristan örneği yaşanmıştı) “sosyalizm”in nasıl bir şey olduğu konusunda yeni soru işaretleri yarattı; yani ortam değişti.

Bu yıllardan sonra da, yalnız bizim burada değil, bütün dünyada, tarihin seyri “varolan sosyalizmin” konumunu güçlendirecek bir nitelik edinmedi. Tersine, Sovyet rejimi çöktü, Çin Komünist Partisi kapitalizm kurmaya girişti v.b. Bugün de böyle bir ortamdayız. Ancak, “dünyada sol bitti” diyecek bir noktada olduğumuz kanısında değilim; öyle bir nokta olabileceğini de düşünmüyorum. Onun için bu gibi sorunları incelemenin bugün de bir geçerliliği olduğuna inanıyorum.

O halde gene sorayım: Türkiye halkının DNA’sında sosyalizmle uyuşmayan bir şey olduğunu iddia etmek için bir neden yoksa, neden 1965’ten beri seçmen temelinde değişen bir şey görülmüyor?

Benim buna bulabildiğim cevap Türkiye’de sosyalist solun kendi tarihi koşulları nedeniyle “apolitik” bir yapı edinmiş olmasıdır. Ama “cevap” diye bunu söyler söylemez, yeni bir soru sorulmasına yol açıyoruz: niçin böyle? Niçin apolitik?

Bunu, kitlesel bağlarının zayıf kalmasına bağlıyorum.

Değişik koşullarda, kitleler içinde siyaset yaparak ilerleyebilse, bu bağları güçlendirmenin yollarını da yaşayarak öğrenebilirdi. Sosyalist olmak dünyanın her yerinde güçlükleri, güçlükten de öte, tehlikeleri olan bir şey. Genel gidiş böyle olmadığı halde, bunu anlayan ve böyle davranan bireyler de hiç çıkmadı değil. Ama yeterli olmadı. “Sosyalist siyaset” yapmak, her şeyden önce, “kalabalık” olmayı gerektirir.  Bunun da koşulu, anlayışlı olmak, “geçimsiz” değil “geçimli” olmak, sabırlı olmak gibi özellikler edinmektir. Ancak burada solun genel tarihine baktığımızda, “birleşme”den çok “ayrışma” örneği görüyoruz. Bir zamanlar, varolan “fraksiyonlar”ın sayısını bilmek mümkün olmaktan çıkmıştı. Bu, tabii, sosyalist olmuş kadroların birbirleriyle ilişki kurma tarzlarının sonucuydu. Ama birbirleriyle kurdukları ilişkileri böylesine pamuk ipliğine bağlıysa, bu düzeyde böyle davranıyorlarsa, “kitle” ile ilişkilerinin sağlıklı olmasını bekleyemeyiz. Çok zaman, sosyalizm adına başarı kazanmak için benimsenen siyaset biçimi, strateji v.b. de bu gibi kadroların mizacına uygun olduğu için seçiliyordu. Örneğin, hemen hemen her zaman, “kitle partisi” tarzında çalışmanın taraftarından çok, küçük ve kapalı grup anlayışının taraftarı bulunmuştur. Yetmişlerin başında “gerilla”nın yaygınlaşması bunun başlıca örneğidir.

Küçük grup içinde, inançları, benimsenmiş değerleri v.b. pek fazla değiştirmeden sürdürmek görece daha kolaydır. Birlikte hareket edilen insanların sayısı arttıkça, “fikirlerin arılığını” denetlemek güçleşir. Bu, hemen, “sapma” endişesini getirir. “Revizyonizm” ihtimali belirir ve çoğalır.

Ama fikirlerinin arılığı sıkı sıkı denetlenen, “taviz vermeyen” bireylerden oluşan gruplarla yapılan siyasete “siyaset” demek de pek mümkün değildir. Çünkü bu tavır dondurur, katılaştırır; bu tür “arılıklar” üstünden manastır kurmak uygundur, ama manastır siyaset yapmak için en uygun örgütlenme tarzını sunmaz.

Bugünlük burada keseyim, ama bunun verimli bir konu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla devam edeceğim.