Milliyetçilik: Hans Kohn Bahsi
Orhan Koçak

“Belarus-Polonya sınırına yığılmış ‘Doğulu’ göçmen ve sığınmacıları geri püskürten AB sınır muhafızları, Ukraynalı içeri alırken fazla duraksamadı: ‘bunlar bizim gibi açık tenli mavi gözlü sarı saçlı çocuklar, kadınlar’ diye gözyaşı döken demokratik Avrupa kamu duyarlığına karşı gelemiyordu anlaşılan. Belli ki bu duyarlık için Rusların nerdeyse tamamının ve mesela Tatarlarla Tuvaların ve Kırgızların önemli bir bölümünün de yine mavi gözlü sarı saçlı olmasının önemi yoktu, ayrıntılara takılmıyordu.” 

İşte, elimden geldiğince incinmiş bir “Doğulu” ruhun yine de ölçülü ve hafifçe ironik tepkisini yansıtabilmesi için uğraştığım bu cümleler (ve çok daha ustalıklı benzerleri) Hans Kohn ve izinden giden Liah Greenfeld gibi liberal siyaset felsefecileri/bilimcileri tarafından tam da öyle damgalanacaktır: gecikmiş Doğulu milli bilincin yaralı, reaktif ve “hasûd” protestosu. Etrafımıza bakarak, bunun büsbütün yanlış bir teşhis olduğunu söyleyebilir miyiz?

Kohn’un önemi, Montesqieu’den hatta daha öncesinden başlayan Avrupa kökenli bir Doğu-Batı karşıtlığı düşünce çizgisini milliyetçilik bahsi içinde bir tür senteze vardırmasıdır. John Locke’un ve Bentham’ın İngiliz liberalizmiyle Kıta Avrupası’nın tarihselci düşünce geleneğinin bir sentezidir bu. Mesela şu pasajın Ben Anderson’un çok yıllar sonra ortaya koyacağı yaklaşımın çekirdeğini oluşturduğu söylenebilir:

Bu geniş arazi ancak uzun bir süreç sonucunda sakinleri için bir sevgi nesnesi haline geldi. Yurtseverliğin (patriyotizmin) özü olarak görülen anayurt sevgisi, “doğal” bir olgu değil, tarihsel ve düşünsel gelişmenin yapay bir ürünüdür. Bir insanın “doğal” olarak sevdiği yurt, kendi doğduğu köydür, bir vadidir veya bir şehirdir: insanın genellikle bütün ömrünü geçirdiği, bütün somut ayrıntılarıyla tanıdığı ve kişisel anılarla dolu küçük bir toprak parçası. Bugün bir milliyet olarak düşünmemiz gereken bir topluluk tarafından iskân edilmiş bütün bir toprak parçası (geniş bir manzara ve iklim çeşitliliği barındıran bir mıntıka) ortalama insanın nerdeyse hiç tanımadığı ve milliyetçilik çağından önce ancak çok küçük bir azınlığın imtiyazı olan eğitim ve seyahat ile tanınabilen bir olguydu (…) Ev ve aile sevgisi, günlük deneyim içinde herkese açık olan somut bir duygudur, milliyetçilik ve daha yüksek bir düzeyde kozmopolitizm ise epeyce karmaşık ve kökeninde soyut bir duygudur. Somutluğun duygu sıcaklığını ancak bir tarihsel sürecin etkileri içinde kazanır; eğitim, karşılıklı ekonomik bağımlılık ve buna tekabül eden siyasal ve sosyal kurumlar sayesinde kitlelerin bütünleşmesini ve herhangi bir somut deneyim için fazla büyük olan bir [toplumsal] gövdeyle özdeşleşmesini mümkün kılar.[1]

“Herhangi bir somut deneyim için fazla büyük olan bir toplumsal/siyasal gövde ile özdeşleşme” fikrini yanımıza alalım ve devam edelim. Tarihçi ve siyasal analist Tom Nairn, Kohn’un “iyi milliyetçilik (Batı) ve kötü milliyetçilik (Doğu)” ayrımının da başlatıcısı olduğunu söyler. “Doğu onun için dünyanın geri kalanı demekti ve tipik temsilcisi de Orta ve Doğu Avrupa idi” diye ekler.[2] Bu doğru olmakla birlikte, benzer bir karşıtlığı Hannah Arendt’in de Devrim Üzerine adlı yapıtında bu kez Amerikan Devrimi ile Fransız Devrimi arasında kurduğunu unutmamalıyız. Amerika’daki bağımsızlık savaşı, zaten toplumsal olarak egemen hale gelmiş bir burjuvazinin iktidarı teslim almasından ibaret olduğu için görece hararetsiz, serinkanlı ve özgüvenliydi (Jefferson’un “Özgürlük ağacı ara sıra yurtseverlerin kanıyla sulanmalıdır” sözü adamın kökü dışarda Frankofilliğine veriliyordu daha çok). Fransız Devrimi'yse devrim ânına kadar siyasal haklardan yoksun (ve Amerika’dakine göre çok daha yoksul) bir halkın patlamasıydı, şiddeti yüceltmesi kaçınılmazdı. Ve Avrupa’daki devrimleri tanımlayan da bu ikinci gelişme olacaktı.[3]

Kohn’a dönersek, düşüncelerini berrak cümlelerle özetleme yeteneğini takdir etmeliyiz. “Ulusal karakterlerin oluşması çok yüzyıl boyunca devam etmişse de kristalleşme milliyetçilik çağında meydana gelmiştir,” diyordu: “Batı dünyasında, İngiltere’de ve Fransa’da, Hollanda ve İsviçre’de, Birleşik Devletler’de ve Britanya dominyonlarında, milliyetçiliğin yükselişi esas olarak siyasal bir olaydı; geleceğin ulusal devletinin oluşmasını izlemiş ya da ABD’de olduğu gibi onunla aynı anda gerçekleşmiştir.” Oysa “Batı dünyasının dışında, Orta ve Doğu Avrupa’da ve Asya’da, milliyetçilik sadece daha geç değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal gelişmenin daha geri bir evresinde ortaya çıkmıştır.” Coğrafya kaderdir düşüncesi sadece realist jeopolitikçilerde, Avrasyacı sağcı ve solcularda değil, Montesqieu’den beri liberal fikir hayatında da her zaman müşteri bulmuştur. Öte yandan, Doğu Despotizmi düşüncesinin Marx’ın yazılarında “komünist” bir uzantısı olduğunu da biliyoruz. Ama Kohn’dan ayrılmayalım, şu pasaj bugün de ilk fırsatta NATO’culaşmaya can atan[4] çeşitli liberalizmlerin programatik seçeneklerini 70-80 yıl önceden sabitlemiş gibidir:

Siyasal ve toplumsal gelişmenin geri düzeyi yüzünden, Batı dünyasının dışındaki bu yükselen milliyetçilik ilk ifadesini [siyasal değil] kültürel alanda buldu. Başlangıçta bilginlerin rüyası ve umuduydu, kamuoyu ile desteklenmiyordu (çünkü kamuoyu yoktu, bilginler ve şairler onu oluşturmaya çabalıyorlardı) – bir politika-oluşturma ve hükümet kurma teşebbüsü değil, eğitim ve propaganda teşebbüsüydü. Aynı zamanda, Batı Avrupa’nın dışında bütün yükselen milliyetçilikler ve bütün modern sosyal ve düşünsel gelişme Batı etkisi altındaydı, Batı uzun süre öğretmen ve model olarak kalacaktı. Ama işte tam da bu Batı’ya dayanma, bir kez kendi milliyetçiliğini geliştirmeye başladıktan sonra, yerli tahsilli sınıfın sık sık gururunu yaralıyor, “ecnebi” örneğe ve onun liberal ve rasyonel bakışına karşıtlıkla sonuçlanıyordu. Her yeni milliyetçilik, ilk dürtüsünü daha eski bir milliyetçilikle temastan aldıktan sonra, meşruiyeti ve özgünlüğü için kendi geçmişinin mirasına bakıyor, Batı rasyonalizmine ve evrensel standartlara karşı geleneklerinin ilkel ve kadim derinliğini ve farklılıklarını yüceltiyordu. Batı’da milliyetçilik, geçmişe ilişkin fazla duygusal bir bağlanma göstermeden, bugünün siyasal gerçekliği ve mücadeleleri içinde bir millet yaratma çabası içinde doğdu; Orta ve Doğu Avrupa’daki milliyetçiler ise çoğu zaman geçmişin mitleri ve geleceğin rüyaları içinden, geçmişle çok sıkı ilişkili ve bugünle herhangi bir dolaysız bağı olmayan, ancak gelecekte bir siyasal gerçeklik haline gelmesi umulan ideal bir vatan yarattılar. Onu çeşitli özelliklerle süsleyebiliyorlardı, çünkü bu özellikleri gerçek kılmanın dolaysız sorumluluğu onlara ait değildi, ama doğmakta olan milletin kendisiyle ilgili hüsnükuruntulu imgesini ve “misyonunu” etkiliyordu.[5]

Burada “Batı rasyonalizmi” ile “evrenselliğin” haber verilmeden özdeşleştirilmesini herkes gibi biz de not edelim ve bu güçlü sentezcinin asıl “yaralayıcı” önermesine geçelim. “Batı milliyetçiliği, kökeninde, bireysel on sekizinci yüzyılda geçerli olan bireysel özgürlük ve rasyonel kozmopolitizm kavramlarıyla bağlantılıydı;” buna karşılık Orta ve Doğu Avrupa’da ve Asya’daki daha geç milliyetçilik ise

kolayca karşıt bir gelişmeye yönelmekteydi. Dışardan gelen etkilere hem bağımlı hem de muhalif bu yeni milliyetçilik, bir toplumsal ve siyasal gerçeklikte köklenmemiş oluşuyla, özgüvenden yoksundu; aşağılık kompleksini çoğu zaman abartı ve özgüven fazlasıyla telafi ediyordu; Almanya, Rusya ve Hindistan’daki milliyetçilere kendi milliyetçilikleri Batı’nın milliyetçiliğinden çok daha derin ve dolayısıyla sorunlar ve imkânlar açısından daha zengin bir şey olarak görünüyordu. Alman, Rus veya Hint milliyetçiliğinin anlamının araştırılması, milletin “ruhu” veya “misyonu” üzerine boyuna düşünüp durmak, bunun Batı’yla ilişkisi konusunda sonu gelmez bir tartışma – bütün bunlar milliyetçiliğin bu yeni biçiminin karakteristiği haline geldi. (a.b.ç.)

Yine retorik bir soru soralım: bu betimlemenin Macaristan’ın “Attila’cılığına” veya “Türk Tarih ve Dil Tezlerine” uygun düşmediğini iddia edebilir miyiz? Erciyes yaylasını, “biz bize benzeriz”i unutabilir miyiz. Ya Bozkurt Kemal’in Türk büyükleri arasında (Israel Alexander Helphand “Parvus Efendi”nin yanı sıra) adını anmadan geçemediği Topal Osman Bey, İBB reisinin de çok sevdiği. Ya Canan Kaftancıoğlu, Sezgin Tanrıkulu. Adlarını hatırlayamadıklarım. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindekiler.

Dönelim. Bütün o zamanın bilinçsiz özcülüğüne ve dirimselciliğine (vitalism) rağmen, Kohn’un asıl yanıldığı yer bence “Doğu” değil “Batı” idi. Buna geleceğim ama önce şunu göstermek isterim. Kendi kronolojisini (Fransız devrimiyle açılan milliyetçilik çağı) boşa düşürmek pahasına, “Doğu”da “Batı”ya ilişkin korku, hınç ve hasedin, 1789’un epeyce öncesine gittiğine işaret etmekten kaçınamıyordu Kohn. On yedinci yüzyıl ortasının bir Katolik Hırvat papazından söz eder; Yuri Križanić’in yazılarında (1618-83) “sonraki Slav düşüncesinin tekrarlanan motiflerinin ve sorunlarının çoğu bulunabilmektedir”:

Bir Pan-Slav’dı, bir Slavofil, aynı zamanda samimi bir Batılılaşmacı ve radikal reformcu: düşüncesinde hiçbir şey henüz kesin olarak kristalleşmemişti, ama sonraki gelişmelere ilişkin olarak araştırmadığı pek az yön vardı. Bütün Slavların birliğine inanıyordu; Büyük Petro reformlarının çok öncesinde Rusya’ya Slavlığın anası olarak bakıyordu 1659’da “benim ırkımın Çar’ı” olarak Moskova’ya sadece Pan-Slavizm propagandası yapmaya değil, Yunan ve Roma kiliselerinin birleşmesini savunmaya da gitmişti (…) Erken bir Pan-Slav yurtseveri olarak tuhaf biçimde bölünmüştü şu iki şey arasında: iki yüz yıl sonra yabancı düşmanı olarak adlandırılacak bir tavır ile Slav ve özellikle Rus hayatının utanç verici geriliğini ve onun baştan sona Batılılaştırılmasını vurgulayan bir aydınlanmış Batıcılık.[6]

Demek Dostoyevski’nin ve (epeyce aşağıya inerek) Putin’in saray filozofu, Doğu Perinçek’in ve Hulusi Akar’ın değerli konuğu Prof. Dr. Alexander Dugin’in iki-üç yüzyıl önce de kendi topraklarında sağlam dayanakları ve bağlantıları vardı.

Ama dediğim gibi “Doğu”dan çok “Batı” hakkında yanılmıştır Kohn. Mesele sadece İngiliz vakası ile Fransız vakası arasındaki farkı (Fransızların Manş ötesine besledikleri kızgınlık ve hıncı) kaydetmemesi de değildir. Bütün bu milletleşme sürecinin çıkış noktası sayılan Tudor İngilteresi’nin de Avrupa’ya, Fransa ve Habsburg’lara karşı ciddi bir “sayılma isteği, kızgınlık, kıskançlık ve alınganlıkla” yola çıktığını görmemiş gibidir. Hasedin nerdeyse tarafların kendilerinden de önce geldiğini, ne yazık ki hiç problematikleştirmeden saptayan yazar, 80’li, 90’lı yıllarda Liah Greenfeld olacaktır.[7]

Kohn tabii René Girard’ı bilemezdi – ama bütün sonraki milliyetçilik tartışmalarında, bu “taklit arzu” kuramcısının eksikliği (ve tartışmacıların da zihinsel tembelliği) belirgin biçimde hissedilir. Oysa yakınlardaydı, tıpkı Arendt gibi onun temel gönderilerinden biri Tocqueville’in Eski Rejim ve Fransız Devrimi ile Amerika’da Demokrasi kitaplarıydı. Napolyon savaşlarına ve Clausewitz’in savaş teorisine bakarak geliştirdiği “karşılıklı yokoluşa yönelen misillemeler” analizi bugün de Rusya-NATO kapışmasını anlamak için elzemdir bence.[8]

Asıl “Batı milli bilinci” konusunda isabetsizdi, demiştik Kohn için. “Amerikan” (ve oradan giderek bütün “liberal demokratik”) milli bilincin kökensel tatminsizliğini ise en iyi o demokrasinin Avrupa’daki baş methiyecisi ve siyasal sosyolojinin kurucusu De Tocqueville betimler:

Eski Dünya'nın bazı uzak köşelerinde, bugün bile, genel hayhuy içinde unutulmuş ve çevresindeki her şey hareket halindeyken kendisi kımıltısız kalmış görünen küçük bir bölgeye rastladığımız olur. Bölgenin sakinleri, genelde son derece cahil ve yoksuldur; ülkenin işlerine hiç katılmazlar ve sık sık da hükümetin baskısına maruz kalırlar, ama yüzleri güleç ve başları dertsizdir.

Amerika’da ise dünyanın sunabileceği en mutlu koşullar içinde en özgür ve en aydınlanmış insanlar gördüm; alınları daimi bir bulutla gölgelenmiş gibiydi ve eğlencelerinde bile ciddi, hatta kederli olduklarını düşündüm.

Bu zıtlığın başlıca sebebi, Eski Dünyadakilerin yaşadıkları sıkıntılar üzerine düşünmemesi, buna karşılık Amerika’dakilerin sürekli henüz sahip olmadıkları avantajlar üstüne kafa yormasıdır. Birleşik Devletler'in bir yerlisi [sic] bu dünyanın nimetlerine sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yapışır; erişebildiği her şeyi kavramakta o kadar acelecidir ki, bunların tadını çıkaracak kadar uzun yaşayamama korkusuyla gezdiği izlenimine kapılırsınız. Her şeye el atar, hiçbir şeyi uzun süre tutamaz ve çok geçmeden yeni tatminler peşinde koşmak üzere elindekini bir yana atar (…) Sonunda ölüm ona yetişip öne geçer, ama o sürekli kaçan mutlak mutluğun peşinde koşmaktan hâlâ yorgun düşmemiştir.    

Zengin olunca da geçmeyen, tam tersine güçlenen, eşitliğin artışıyla aynı anda artan bu huzursuz ruh halinin (Tocqueville “endişe” ve “sabırsızlık” terimlerini kullanır) bir sebebi, Amerikan toplumunda artık “yasaların ve törelerin kişiyi kendi yerinde tutamıyor” oluşudur. “İnsanların sürekli hat değiştirdiği görülür, çünkü mutluluğa giden en kestirme yolu kaçırmaktan korkuyorlardır.” Girard gibi bir yazarı herhalde en çok şu cümleler etkilemiştir:

Her bir yurttaşın bu yüksek umutları beslemesine izin veren aynı eşitlik, bütün yurttaşların bunlardan yararlanma imkânını da azaltır; arzularına daha geniş yer açarken güçlerini de her yerde kısıtlar. Yolun her yerinde, başlangıçta fark etmedikleri yüksek engellerle karşılaşırlar. Bazı hemcinslerinin onların yolunu tıkayan imtiyazlarını kaldırıp atmayı başarmışlar, ama böylece evrensel rekabetin de kapısını açmışlardır. Engelin konumu değil, şekli değişmiştir sadece. İnsanlar birbirine çok benzediğinde ve hepsi de aynı yolu izlediğinde, herhangi bir bireyin kendine bu yoğun kalabalığın içinde bir geçit açması çok zordur. Koşulların eşitliğinden kaynaklanan eğilimlerle bunları tatmin etmek için bu eşitliğin sunduğu imkânlar arasındaki sürekli çatışma, insanı bunaltır ve zihni yorar (…) O halde bir halkın toplumsal durumu ve siyasal yapısı ne kadar demokratik olursa olsun, topluluğun her üyesi her zaman çevresinde kendisine daha yukardan bakan birkaç nokta bulacaktır; ve emin olabiliriz ki onun bakışı da göz kırpmaksızın tam o noktalara sabitlenmiş olacaktır. Koşulların eşitsizliğinin toplumun genel yasası olduğu durumlarda en belirgin eşitsizlikler bile göze batmaz; her şeyin nerdeyse aynı düzeyde olduğu bir ortamda ise en küçük eşitsizlik bile göze çarpar ve incitir. Demek ki eşitlik arttıkça eşitlik arzusu da daha tatminsiz hale gelmektedir. (a.b.ç.)[9]    

Yazı yine çok uzadı. Modern ve postmodern milliyetçilik tartışmalarında yeterince önem verilmediğini sandığım Ernest Renan’dan söz edeceğiz bir sonraki iletide. Sonra da “sol ve milliyetçilik” bahsi…


[1] Hans Kohn, The Idea of Nationalism: A Study in Its Origins and Background, (New York: The Macmillan Company 1960) s. 8-9.

[2] Tom Nairn, Faces of Nationalism: Janus Revisited (Londra: Verso 1997) s. 59.

[3] Önceli ve ustası Tocqueville gibi Arendt de İngiltere dosyasını fazla çalışmamış gibidir. Ama şu cümleler bu iki zıt devrim tipine bakışını da özetler: “İngiltere’de [17. yüzyıldaki] iç savaşlar, on sekizinci yüzyılın devrimlerinde yeni olanla ilişkilendirdiğimiz birçok eğilimin habercisiydi: Leveller’ların [düzleyiciler, eşitleyiciler] ortaya çıkması, münhasıran alt tabakalardan oluşmuş bir partinin kurulması ve bunun radikalizminin de devrimin liderleriyle çatışma içine girmesi, açıkça Fransız Devriminin seyrine işaret eder. Buna karşılık, Leveller’ların ortaya sürdüğü ve Cromwell’in Protektorayı kuracak bir ‘Hükümet Enstrümanı’ oluşturmasıyla kısmen gerçekleşen ‘adil bir hükümetin’ temeli olarak bir yazılı anayasa talebi de Amerikan Devriminin en önemli kazanımlarından birinin habercisidir.” On Revolution (Londra: Penguin, 1990), s. 43.   

[4] Tipik Genel Kurmay ve Hariciye reflekslerine yönelttiği zeki eleştirilerle tanıdığımız eski diplomat ve yeni siyasal analist Aydın Selcen, Oksijen gazetesindeki yazısında (25.2.2022), “Ukrayna’nın nükleer silahlardan arınması mı başat hataydı” diye sorduktan sonra, Rus istilasının Türkiye için yarattığı fırsatlara da işaret etmekten kendini alamıyordu: “Savunma sanayimiz açısından kritik katkı yapacak Ukrayna firmalarıyla somut ve uzun erimli işbirliğinin önü açıldı. Ukrayna’ya SİHA satışına ve iki Ada tipi korvetin yapımına başlaandı. Eğed nükleer santral yapımında ilerlenecekse ve Rusya ile işbirliği suya düşmek durumunda kalırsa, onun da devamını Ukraynalılarla getirmek olası. Prof Dr. Serhat Güvenç, NATO’nun Karadeniz’deki denizaltı harekatının esasen bize ait olduğunu anımsatıyor. Boğazlar da bizde ve Montrö’ye can simidi gibi yapışmamız gerekiyor.” (a.b.ç.) Yazılarını çok severek ve az kızarak okuduğum askeri-endüstriyel kompleksin apolojistleri arasında görmek “bizi” üzer.   

[5] Kohn, a.g.y., s. 329-31.

[6] Kohn, a.g.y., s. 546-47.

[7] Bkz., Liah Greenfeld, Milliyetçilik: Moderniteye Giden Beş Yol, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve Amerika Örnekleri, çev. Abdullah Yılmaz (İstanbul: Alfa, 2017) ve Milliyetçilik, Kısa Bir Tarih (İstanbul: Alfa, 2021).

[8] Bkz., René Girard, Battling to the End (Sonuna Kadar Savaşmak) (East Lansing: Michigan State University Press, 2010).

[9] Alexis de Tocqueville, Democracy in America Vol II (Londra, Everyman’s Library, 1994), s. 136-38.