Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır gezisi sonrası CHP ve Kürt meselesi üzerine analizler artmaya başladı. Bir “halkla ilişkiler kampanyası” gibi yürütülen ve yereldeki aktörleri de belli ölçülerde içine alan bu geziyi nasıl değerlendirmek gerekir? Diyarbakır gezisi ve öncesindeki “demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçiyor”, “helalleşme” gibi söylemleri, CHP ve liderlik ettiği Millet İttifakı'nın konumunu dikkate aldığımızda, Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği “yeni” siyasi hat, Kürt meselesinin çözümüne yönelik bir potansiyel taşıyor mu?
Kanaatimce bu soruya cevap verebilmek için esas olarak 15 Temmuz 2016 sonrası Türk devleti ve siyasetinin yaşadığı temel dönüşümlere bakmak ve olup biteni bu trend içinde değerlendirmek gerekir.
Bu yazının temel iddiası şudur: Uzun zamandır İslamcı-muhafazakâr milliyetçi bir siyasi ve ideolojik hat üzerinde şekillenen Türk siyaseti ve devleti, 15 Temmuz’dan sonra seküler-muhafazakâr milliyetçi bir siyasi ve ideolojik restorasyon sürecine girdi. Bu dönüşüm 15 Temmuz sonrasında keskin bir şekilde görünür olmaya başlasa da esas kırılma anını 2010 Anayasa Referandumu oluşturuyor. Bu sürecin nereye varacağı net olmasa da iki stratejik dönüşüme dayandığı çok açık: 1) Son yirmi yıllık İslamcı hegemonyanın çöküşü ve 2) Suriye’de iç savaş sonrası bir teritoryal Kürt idaresinin inşası ve Irak’ta Kürdistan bölgesinin artan bağımsızlık arayışlarıyla şekillenen yeni jeopolitik dalgayla birlikte bölgesel ölçekte büyüyen Kürt siyasetinin Türkiye’deki ayağının tasfiyesi.
Bu trend üzerine detaylı bir tartışmaya geçmeden önce, Kürtlerin CHP’ye artan ilgisinin üç ana nedeninin altını çizelim.
CHP'nin Popülaritesi?
Son dönemlerde saha araştırmalarına da yansıyan CHP oylarındaki kısmi artışın ana nedeni merkezi yönetimin değişme potansiyeli. Kürt muhalefeti tarihsel olarak ikiye bölünmüş durumda. Osmanlı son dönemine kadar uzatılabilecek bu tarihsel mirasa baktığımızda esas olarak Kürtlerin bir kısmı Ankara’ya mesafe alıp kendi özgün gündemleri ve örgütleriyle hak mücadelesi yürütürken, diğer kısmı Ankara’daki siyasi hareketlerin bölgesel uzantısı olarak konumlanmayı ve merkezdeki aktörlerle ortak hareket etmeyi tercih ediyor. Bugün hem Sünni hem de Alevi Kürtlerin ortalama yarısı Kürt meselesi etrafında özgün Kürt kurumsal yapılarıyla hak mücadelesi yürütürken kalan yarısı AK Parti ve CHP içinde siyaset yapmayı tercih ediyor. AK Parti’nin çözüm üretme potansiyelini tüketmesi ve merkezdeki aktörün değişme ihtimalinin ortaya çıkışıyla birlikte, özelikle geleceğini merkezle kurduğu ortaklık üzerine inşa eden Kürt aktörlerin pozisyonlarında değişimler başladı. CHP’ye ilk meyleden grupların büyük aileler ve iş camiası gibi maddi ve sembolik kaynak sahibi odakların olması bu durumu teyit ediyor.
İkinci olarak, Kürtlerin değişmeyen siyasi çözüm arayışından bahsedebiliriz. Kürt sokağındaki ortalama rasyonel akıl, meselenin siyaset dışında çözümü olmadığını görüyor ve “yüksek maliyetli” ve “çıkmaz” yollara girmemekte ısrar ediyor. Kürt meselesi konusunda Türk siyasetine ve devletine hâkim olan olumsuz tutumlara ve çözüme ilişkin kara tabloya rağmen, Kürt sokağı siyasi muhatap aramaya devam ediyor. CHP’nin Kürt meselesi konusundaki tarihsel kısıtlarına rağmen Kılıçdaroğlu’na gösterilen ilgi, Kürt sokağının siyasetteki ısrarını gösteriyor.
Son olarak, HDP’nin siyaset yapma kapasitesinin hem daralmış hem de daraltılmış olması, Kılıçdaroğlu’na gösterilen ilginin bir diğer önemli kaynağı. Cumhur ve Millet ittifakları tarafından dışlanan HDP, önümüzdeki dönemde dikkate değer bir büyüme potansiyeli taşıyor. Kürtlerin tarihsel anayurtları Rojava ve Irak Kürdistan Bölgesi'ndeki kazanımları; Türkiye’de ana-akım Kürt partilerinin diğer yaş gruplarına kıyasla genç kuşaklardan daha fazla oy alması; kayyımlar, tutuklamalar, dışlama/yok sayma siyaseti gibi “yıkıcı” siyasal uygulamaların “sınır ören karşı-inşaları” zaten siyasal performansından bağımsız olarak Kürt siyasetini besliyor. Tüm bu alternatif-inşa potansiyeline rağmen HDP’nin Millet İttifakı'yla ortaklık kurma arayışlarının sürmesi CHP’ye olan ilgiyi besliyor.
Bununla birlikte, tüm bu ilginin yaratacağı etkinin sınırlarını, İYİ Parti'nin liderlik ettiği ve sınırlarını çizdiği seküler-milliyetçi devlet restorasyonu projesi belirliyor.
İslamcı Hegemonyanın Çöküşü ve Sekülerleşme
AK Parti'nin liderlik ettiği İslamcı hegemonyanın 15 Temmuz sonrası bir çöküş içine girdiğini ve hem toplumda hem de siyasette yeni bir seküler dalganın yükseldiğini iddia edebiliriz. Bu konuda dışarıdan rahatlıkla gözlemlenebilen altı hususun altını çizelim:
İlk olarak, devlet, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde bir de-İslamizasyon süreci yaşadı. Darbe girişiminde bulunan Gülenist örgütün liderliğinde bürokrasi içerisine konumlanan İslamcı kadroların büyük bir çoğunluğu bu dönemde tasfiye edildi. Ordu, emniyet, yargı, sağlık ve eğitim bakanlıkları söz konusu tasfiyelerin yaşandığı en kritik alanlar. Tasfiye edilen kadroların yerlerini bir yandan küçük ölçekli cemaatler alırken, esas olarak geleneksel milliyetçi kadrolar doldurdu.
İkinci olarak, Türkiye’de 1950 sonrasındaki İslamcı hegemonyanın inşasına liderlik eden iki gücün biri tasfiye edildi, diğeri ise çok büyük bir gerileme sürecinde. Gülenist örgütün yarım asırlık insani ve kurumsal birikimleri, AK Parti hükümeti tarafından çok kısa süre içerisinde tasfiye edildi. Öte yandan, ilk kuruluş yılları olan 2000’lerde Türkiye’nin en modern parti teşkilatı olan AK Parti büyük oranda dağıldı. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya işleyen, toplumsal alandan beslenme kanalları olan, topluma güven veren liderlere ve kadrolara sahip bir AK Parti’den geriye Erdoğan karizması etrafında mobilize olan, karar alma kurul ve mekanizmaları daralmış, toplumsal tabanla bağları zayıflamış, sınırlı bir kurumsal yapı kaldı.
Üçüncü olarak, Türk milliyetçisi kadrolar, siyasal alanı kuran temel aktörlere dönüştüler. 15 Temmuz’dan bu yana hükümet MHP’nin; muhalefet ise ondan koparak kurulan ve esasında daha kentli ve seküler yüzü olan İYİ Parti’nin kurduğu oyun alanı içinde hareket ediyor. Son altı yılın temel oyun kurucuları milliyetçiler. Diğer siyasi aktörler bugüne kadar esas olarak bu oyun alanı içinde konumlanmak zorunda kaldı.
Dördüncü olarak, toplumsal alanda Türk milliyetçiliğinin gücü geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde arttı. Bu artışı üç alanda görebiliriz. Bu milliyetçi siyasetin doğrudan temsil edildiği MHP ve İYİ Parti’nin toplam oylarındaki artış %50’leri bulmuş durumda. İYİ Parti öncesi, iyi günlerde %15’leri aşamayan Türk milliyetçisi siyaset, bugün toplamda %20’lerin üstünde bir toplumsal desteğe sahip. Ötesi, AK Parti’nin temsil ettiği dindar muhafazakâr taban, geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde kabarmış bir milliyetçi çizgiye kaydı. Muhafazakarlıkla İslamcılık arasındaki ilişki hiç kuşkusuz yeni değil. Bununla birlikte, son yıllarda bu kesimdeki kabaran milliyetçiliğin yeni olduğu çok açık. Son olarak, HDP’nin temsil ettiği ana-akım Kürt siyasetinin bugün neredeyse %85 oranında bir temsil gücüne sahip olan Cumhur ve Millet ittifakı bileşeni partiler tarafından dışlanması, bu dışlamaya medya, akademi ve sivil toplum aktörlerinin dahil olması, Türk sokağında kabaran milliyetçiliğin açık göstergeleri.
Beşinci olarak, 15 Temmuz sonrasında Türk siyasetinin sekülerleştiği iddia edilebilir. Gelecek Partisi, ama özellikle de DEVA Partisi AK Parti’nin daha seküler halleri olarak okunabilir. İYİ Parti zaten MHP’nin daha seküler yüzü. Siyasi partilerin İslamcı bir gündem üzerinden kitleleri mobilize etme zeminlerinin zayıflaması ve bu partilerin “İslamcı” bir siyasetten uzak durma çabaları yeni sekülerleşme dalgasının yansıması olarak okunabilir.
Son olarak, beşinci dönüşümü de zorunlu kılan toplumsal alandaki sekülerleşmenin altını çizmek gerekir. İslamcı hegemonya neredeyse tüm normatif iddialarını kaybetti. 2000’li yıllara kadar toplumsal alanda normatif iddiası olan belli başlı hareketler içerisinde yer alan İslami muhalefet, bu dönemde tüm inandırıcılığını kaybetti ve toplum içinde rıza üretme potansiyeli yüksek olan normatif çerçevesini çürüttü. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, siyasal ve toplumsal alanda zora dayalı bir sekülerleşme yaşandı. Bu deneyimin eleştirisi üzerinde yükselen AK Parti sonrasında muhtemelen ikinci bir sekülerleşme dalgasını hem toplumsal alanda hem de siyasal alanda göreceğiz. Bununla birlikte, geçmişten farklı olarak bu dalga zora değil, rızaya dayalı olacak gibi. Dini değerlerin siyasal alanda bir kaynak olarak mobilizasyonu kredisini önemli oranda yitirdi, yitirmeye devam ediyor.
Milliyetçi Konsolidasyon ve Kürt Siyasetinin Tasfiyesi
Devlet restorasyonunun birinci yüzünü seküler-muhafazakâr milliyetçilik oluştururken, ikinci yüzünü Kürt dalgasının kırılması oluşturuyor. Son yıllarda muhalefeti de içine alan “yerli ve milli” siyaset bu konsolidasyonun iki sembolik kavramı olarak okunabilir. Bununla birlikte, bu “yerli ve milli” yöneliş, bölgesel ölçekte yükselen Kürt dalgası karşısında içe kapanmacı ve savunmacı bir siyaset olarak da okunabilir. Şöyle ki; daha önce Erdoğan’ın seçim sonrası balkon konuşmalarına yansıyan, bir dönem yeni-Osmanlıcılık olarak da tartışılan ve son olarak 2013-2015 Çözüm Süreci’nin arkasındaki temel motivasyonlardan biri olan siyaset, Türkiye’nin bölgesel ölçekte bir güç olma arayışına dayanıyordu. AK Parti döneminde ekonomik alanda önemli açılımlar yapan Türkiye, Osmanlı’nın hinterlandında bulunan topraklarda siyasi etkisini de artırmayı hedefliyordu.
Bununla birlikte son yıllarda Kürt siyasetinin bölgesel ölçekte güçlenmesi sonucunda, Türkiye’deki hâkim siyasi elit “yerli ve milli” bir siyaset kurarak içe kapanmacı ve savunmacı bir pozisyon aldı. Zira, bir yandan Irak Kürdistan Bölgesi bağımsızlık arayışına girerken, öte yandan Suriye’de ikinci bir Kürt teritoryal idaresi inşa oldu. Üstelik bu ikinci Kürt idaresi ABD ve Rusya gibi bölgesel ve küresel hegemonik güçlerle de ilişkilerini geliştirdi.
Türkiye’nin sınırlarının dışında Kürt siyaseti büyürken, kendi içindeki Kürt siyaseti de Çözüm Süreci içerisinde önemli bir sıçrama yaşadı ve siyasi hegemonyasını hem genişletti hem de derinleştirdi. Özetle, bugün HDP’nin temsil ettiği ana-akım Kürt partileri 1991-2014 döneminde %6,5 bandını aşamazken, Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adayı olduğu 2014 seçimleriyle birlikte bir yükseliş trendi yakaladı ve %13’ü aşan bir oy aldı. Geçmiş yıllarda sadece 8 ilde iddiası olan ve 5 ilde birinci parti olan ana-akım Kürt partisi, bugün Kürt coğrafyasında 20 ilde iddiası olan bir harekete dönüştü. Halihazırda, 12 ilde birinci parti, bunun 11’inde %50 ve üstü oy alıyor, 3 ilde hegemonik denge gücü, 7 ilde ise dikkate değer bir muhalefeti temsil ediyor. Üstelik, bu 20 ilin yanı sıra, Türkiye’nin 11 büyükşehrinde de seçim sonuçlarını değiştirecek düzeyde (%5-17 arası) toplumsal desteğe sahip.
Devlet ve AK Parti hükümeti, güneyinde yükselen iki Kürt teritoryal idaresinin kendi Kürt meselesini büyüteceği kaygısıyla, yeniden güvenlikçi siyasete kaydı ve Türkiye’deki Kürt siyasetinin yerel iktidar alanlarını tasfiye etmeye yöneldi. Eski eş genel başkanlar dahil binlerce politik aktivistin tutuklanması, beş yılı geride bırakan kayyım uygulamaları, akademi, medya ve sivil toplum alanındaki Kürt muhalefetinin tasfiyesi bu ana politikanın yansıma alanlarını oluşturuyor. Bu siyasetin AK Parti hükümeti ile sınırlı olmadığını ve Türkiye’deki muhalefeti de içerdiğini not etmek gerekiyor.
CHP’nin Sınırları
Tüm bu tabloya bakıldığında, CHP ve İYİ Parti liderliğinde şekillenen Millet İttifakı’nın Kürt meselesi konusundaki tutumu anlaşılıyor. Görüldüğü kadarıyla AK Parti sonrası “yeni” Türkiye inşası Kürt meselesinin çözümünü içermiyor.
Oysaki Türkiye İspanya modelini takip edebilir. İspanya’da Franco diktatörlüğü sonrasında demokrasinin inşasında nasıl ki Bask ve Katalan meselelerinin çözümü kurucu bir dinamik olarak işlev gördüyse; yani söz konusu çatışmaların çözümü ülke genelindeki demokrasi inşasının bir parçası olarak değerlendirildiyse, Kürt meselesinin çözümü de yeni demokratik Türkiye’nin inşasının belirleyici bir dinamiği olarak işlev görebilir. Bask ve Katalan meselesinin demokratik İspanya içinde çözümünde nasıl ki AB bileşeni İspanya’nın yapısal dönüşümleri önemli bir rol oynadıysa, Kürt meselesi de Türkiye’nin barışı ve işbirliğini merkeze alan yeni dış politikasının ve yapısal dönüşümünün bir bileşeni olarak değerlendirilebilir.
Kürtlerin anadil başta olmak üzere kimlik talepleri, aşırı kutuplaşmış toplumda çoğulcu, eşitlikçi ve kapsayıcı bir kimlik politikasının inşasının bir parçası olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin dini, mezhebi, etnik/ulusal kimlik sorunları böylesi bir politikayla çözülebilir. Öte yandan Kürtlerin kendini yönetme, yerelleşme talepleri Türkiye’de siyasetin yerelleşmesi, siyasal rekabetin artışı ve çoğullaşma, etkili bir denge ve denetleme mekanizmasının parçası olarak da düşünülebilir. Zira, denge ve denetleme mekanizmaları bir yandan yatay düzlemde yasama-yürütme-yargı arasındaki güç ayrılığını kurmayı gerektirirken, öte yandan dikey düzlemde merkezi hükümet ile yerel yönetimler/hükümetler arasında bir güç paylaşımını gerektiriyor. Yine Kürtlerin kaynak bölüşümü ve sosyoekonomik gelişme talebi, Türkiye’de daha dengeli ve kapsayıcı bir büyümenin bileşeni olarak değerlendirilebilir.
Tüm bu seçenekler mümkünken, Kürt meselesinin çözümünü içermeyen yeni bir Türkiye'nin inşasına yönelmek, Türkiye’de son dönemde önemli oranda tahrip edilen kurumsal yapıyı yeniden kurmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Oysaki Türkiye’nin sadece yeni bir kurumsallaşmaya değil, demokratik inşaya ihtiyacı var. Anadil meselesinde bile “dil öğreniminden” öteye bir seçenek sunmayan CHP’nin, Kürt meselesini “halkla ilişkiler” kampanyalarıyla “idare etme” şansı yok.
Devletin seküler-milliyetçi restorasyonunu demokratik bir dönüşüme doğru genişletme potansiyeli olan üç aktörü hatırlatarak yazıyı tamamlayalım. Bu aktörlerin başında bugün Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği CHP’nin sosyal-demokrat kanadı geliyor. Ancak bu kanadın parti içinde bile çok sınırlı bir güce sahip olduğunu not etmek gerekiyor. CHP kadroları ve tabanının büyük çoğunluğu normatif olarak İYİ Parti'ye yakın bir yerdeler. İkinci aktörü HDP, üçüncüsünü ise muhafazakâr tabanın demokratik yüzü olan DEVA Partisi oluşturuyor. Türkiye’de kurumlara dönüşten öte gerçek anlamda bir demokratik inşanın sağlayıp sağlanamayacağını bu üç siyasi aktörün hem tekil hem de kolektif olarak eyleme, siyaset yapma kapasitesi ve becerisi belirleyecek.