Belki de ilk deneyimimizdir acı. Birden ortaya çıkan, hızla bütün bedeni kaplayan, başka herşeyi silen, yersiz, sebepsiz, anlamsız, ölümcül kasılma. Acıyı hissederek, duyduğumuz acıya çaresizce katlanarak, acıya boyun eğerek, acı içinde başlarız hayata. Acıya yol açan (örneğin açlığa bağlı olarak gelişen) gerilim artışını yok etme ve böylece yaşanacak tatmin deneyimi bakımından tümüyle çaresiz ve ötekine bağımlı olarak. Tam bir acz içinde. Bu yüzden, acımızı tanıyacak, feryadımızı duyacak, içinde bulunduğumuz müşkülatı fark edecek ve anlayacak, tavır ve yorumlarıyla (söz ve davranışlarıyla) buna yönelecek, söz konusu bu düşüncelilik ve özeni, dikkat ve ilgiyi, fedakarlık ve kapsayıcılığı yeterince gösterecek bir yetişkinin varlığı şarttır. Henüz herhangi bir anlam taşımayan, ve paramparça bir bedenden yükselen söz konusu saf/çıplak acı ötekinin, birbirini anlamanın, bir ortaklığın/paylaşmanın ve bir anlam alanının ortaya çıkmasının koşuludur demek ki. Ahlakın, vicdanın, umudun ilk nüveleri acı ile sevginin, kökensel çaresizlik ile anlamın iç içe geçtiği bu matriste filizlenecektir.
Yeri ve kaynağı belirsiz, sebepsiz, anlamsız acıdan sonra demek ki, ötekine döner, ötekini seslenir, ötekine yüz sürerim. Acı/gerilim bir biçime, anlama ve temsile kavuşsun, karşılık ve cevap bulsun, çözülsün umuduyla. Bu aynı zamanda öznenin ortaya çıkış sürecidir: Ötekinin müdahaleleriyle ortaya çıkan temsiller boyunca/aracılığıyla kendimi inşa ederim. Bütün benlik temsillerimde bir ötekilik, bir yabancılık daima var olacaktır. Asla tamamlanmayacak bir süreçtir bu. Bedenin gerçeği ile temsillerin/gösterenlerin simgesel karakteri arasında kapanması mümkün olmayan bir boşluk daima orada ısrar edecektir çünkü:
“Öznenin tözsel bir fiiliyatı (actuality) yoktur, fiiliyat daha sonra gelir, ancak ayrılma (separation) süreci sayesinde, kendi önvarsayımlarının aşılmasıyla ortaya çıkar ve bu önvarsayımlar da bizatihi kendi aşılma sürecinin geridönüşlü (retroactive) sonuçlarıdır. Velhasıl, ortaya çıkan netice şudur: Sürecin her iki ucunda, karşımızdaki entitenin tam özüne kazınmış bir başarısızlık yahut negatiflik vardır. Eğer öznenin statüsü bütünüyle “süreçsel” ise bu durum onun kendini büsbütün fiilileştirmede (actualize) başarısız olmak suretiyle ortaya çıktığı anlamına gelir. Bu da bizi yeniden öznenin olası bir biçimsel tanımına getirir: Özne bir anlamlandırma/göstergeleştirme zincirine (signifying chain) kendini eklemlemeye (“ifade etmeye”) çalışır, bu eklemleme girişimi başarısız olur ve bu başarısızlık içinde ve bu başarısızlık sayesinde, özne ortaya çıkar: Özne kendini anlamlandırma temsilinde yaşanan başarısızlıktır -bu yüzden Lacan gösterenin öznesini “üzeri çizili/yasaklı” (barred) olarak belirtir”[1]
Özne temel bir “…başarısızlık içinde ve bu başarısızlık sayesinde” ortaya çıkar. İlk kaidedir bu. Çiğ/saf acının, bu ilk anlamsızlık düğümünün çözülerek bir anlama tercüme edilmesi süreci, ancak Öteki sayesinde mümkün olacak bu süreç (“Bilinçdışı Ötekinin söylemidir”), demek daima akim kalmaya yazgılı bu süreç ilk kaidedir. Sonraki bütün utanç deneyimleri bu ilk bağlama yakalandığı, bu ilk kaidenin içine düştüğü, orada kısa devre yaptığı ölçüde edimselleşir. Demek utanç duygusu şu soru ile birlikte düşünülmelidir: “Eğer bu sert acıyla/dürtüsel uyarımla alt üst oluyor, tam bir çaresizlik içinde bundan kurtulamıyor, tam olarak tatmin olmuş hissedemiyorsam, herşeyi bilen Öteki bunu benden niçin esirgiyor? Onun benden istediği aslında nedir?”
Copjec’nin sözleriyle ifade edersek, “Utanç “kendini Öteki’nin gözüyle görmek”ten değil, “kendini görünür kılmaktan” doğar”:
“Utanç duyduğumuzda başkalarının neyi görmesinden korkarız? Mesele sadece başarısız hissetmek değildir, zira rasyonel bir düzeyde yanlış bir şey yapmadığımızı biliriz genelde. Utanç kendimizden beklediklerimizi asla tam olarak karşılayamayacağımızı anımsatan bir duygudur. Başkalarının görmesini istemediğimiz şey, temelde daima sahtekar olduğumuzdur. Geçici olarak belli bir simgesel rol üstlenip bu rolün kalıcı olduğu fantazisinin tadını çıkarabiliriz, ama er ya da geç ifşa oluruz ve temel bir eksikliğin damgasını taşıyan kimliğimizin sahte olduğu açığa çıkar.”[2]
[1] S. Zizek, Less Than Nothing, Verso, 2013, s.259 (Türkçesi Hiçten Az, (çev. Erkal Ünal) Encore Yayınları, 2015, s. 259)
[2] Renata Salecl, Seçme İkilemi, (Çev. Barış Engin Aksoy), Metis yayınları, 2011, s. 116