“Onlar Yendi Ama Biz Kazandık”: Seçim Kanunu Teklifi Ne Söylüyor?
Işıl Kurnaz

Siyasetin, her zaman zeminlerle kurulan bir şey olmadığını en iyi anlatan, sanırım seçimler. Çünkü kaygan zeminlerde siyaset yapmayı bilmek gerek, hele ki o zeminlerin temeli en zayıfı Seçim Hukuku düzenlemeleriyse…

“Türkiye’nin bir toplumsal ve siyasal bütün olmaktan çıkarak çözülmesinin belki en çarpıcı alâmetleri bu genel seçim ortamında ortaya çıkıyor. Mesele, zaten pek demokratik olmayan “temsilî demokratik sistem”in temsilî hüviyetini de yitirmesiyle artık politikacıların sadece kendilerini temsil eder hale gelmesi ve partilerin tamamen yüzer-gezerleşmesi değil, sadece. Bir dizi çatışma ekseninin çaprazlandığı bir siyasal koordinat sistemiyle karşı karşıyayız; bu çatışma eksenlerinden hiçbiri, ana bölen olamıyor.”

Türkiye’nin seçimsel serüveninin, 1995’ten bu yana kronik sorunlarının nasıl da havada asılı kaldığını gösteren bu pasaj, Tanıl Bora’nın 1995 tarihli yazısından. Parçalanmış bir demokrasi deneyiminin bir parçasının da seçimsel demokrasi olduğunu anlatması bakımından çok vurucu.

Altı siyasal partinin bir araya geldiği toplantılar, ortaya çıkan mutabakat metnindeki türlü çeşitli eksikliklerin bir ana bölen etrafında toplanamamış olması da bunun ne kadar yapısal bir sorun olduğunu gösteriyor. Bu eksiklikleri, Rıza Türmen köşe yazısında ayrıntısıyla anlatmıştı:

“Belge, yarının Türkiyesi’ni kurmak gibi bir iddia taşıyorsa, “nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusunun yanıtı da bu belgede aranmalı. Bu açıdan bakınca belgenin eksikliklerini söylemek zorunlu oluyor.”

O halde yarının Türkiyesi’nin, bugünün siyasetinden geçtiği aşikar.

Bugünün siyasetinin bir yolu da seçimler… Bülent Tanör, bu sebeple ısrarla siyasal katılım haklarını ve seçim güvenliğini anlatırken, bunu yurttaşlık haklarının içine sokmuştu. Yani tek başına siyasetin ya da siyasetçinin sahip olduğu, öznesi seçimler olan haklar değildi bunlar. Siyasal haklar, yurttaşlık haklarının bir parçasıydı. Haliyle öznesi ve muhatabı, seçim gibi kurgusal bir yapı, devlet gibi hayali bir cemaat, siyasetçi gibi temsil kabiliyeti kendinden menkul biri değildi. Bizzat, yurttaşın kendisiydi.

Seçim hukuku, siyasetin nasıl yapılacağına dair kuralları içerir, haliyle. Literatürde “gerrymandering” adı verilen bir kavram var, Türkçeye stratejik taksimat olarak çevriliyor. Stratejik taksimat seçimlerden önce, seçim bölgelerinin belirlenmesi sırasında, bölgelerin belirli bir partinin faydasına olacak şekilde çizilmesi, taksim edilmesi anlamını taşıyor. Oyunun kurallarını, oyundan hemen önce değiştirmek gibi bir şey. Oyun sırasında değiştirmediğiniz için de yasaya uygun oluyor haliyle – ki Türkiye siyasetinde mühürsüz oyların geçerli sayılmasından, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinin bir gecede iptal edilmesine, seçime girerken seçilme yeterliliği olduğu söylenen KHK’lı adaylara seçimi kazanmalarından sonra mazbata verilmemesine ve “yanılmışız, seçilme yeterliliğiniz yokmuş çünkü KHK’lısınız ve yasaklısınız” denilmesine, hatta daha sonrasında o belediyelere kayyım atanmasına kadar oyun sırasında değiştirilen türlü çeşitli kurallar da görmüştük. Türkiye siyasetinin seçim kuralları, trafolara giren kedilere göre de şekillenebiliyordu haliyle.

14 Mart 2022’de, Cumhur İttifakı yani AKP ve MHP, seçim yasalarındaki değişiklik önerilerini içeren tekliflerini sundular. Peki, seçim hukukuna dair güvenceleri, seçimden önce ortadan kaldırdığınızda, bu oyunu kurallarına göre oynamak demek olur mu? Bu şekilde yapılacak bir seçim, hukuka ve yasalara uygun bir seçim sayılabilir mi? En önemlisi, AKP ve MHP teklifi, seçim güvencelerine uygun hükümler içeriyor mu? Bu teklif, ne söylüyor?

Seçim Kanunları Teklifi, çok ince bir çizgi üzerinde yürüyen siyasal iktidarın, tüm kartlarını sadece kazanmaya oynadığını gösteren, kazananın her şeyi kazanacağı, kaybedenin her şeyi kaybedeceği bir yapı üzerine kurulu. Çünkü teklif, hem varolan güvenceleri zayıflatıyor, hem de yeni hükümlerle son derece kaygan, dağınık, hiçbir denetim mekanizmasının olmadığı bir seçim yapısı kuruyor. Bu yapıda, tüm devlet olanaklarını elinde bulunduran iktidarın, henüz seçim yapılmadan kendisini öne geçirdiğini söylemek mümkün. Bunu 15 maddeden oluşan, oldukça kısa ama stratejik taksimat düzenlemelerinin yapıldığı teklif ile görüyoruz.

En çok öne çıkan ve olumlu karşılanan düzenleme, seçim barajının %10’dan %7’ye düşürülmesi olsa da, parlamenter sistemin olmadığı, yürütmenin tek başlı olduğu ve Cumhurbaşkanı’ndan oluştuğu bir sistemde, seçim barajının yüksek olmasının bir anlamı olmadığı gibi, düşük olmasının da bir anlamı yok. Çünkü ittifaklar eliyle zaten seçim barajı işler olmaktan çıktı. Ancak bu yine de AKP’ye, “1980 darbesinin antidemokratik %10 seçim barajını biz düşürdük, biz yaptık oldu.” deme şansını verdiği için onların siyasal tarihinde yapay da olsa bir kazanım olarak görülebilir. Ancak 20 yıllık siyasi iktidarlarında, bu barajın neden önemli olduğu parlamenter sistem döneminde değil de, hiçbir öneminin kalmadığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modelinde bir makyaj gibi düşürüldüğü sorusu not edilecektir, muhakkak.

Değişikliğin 2. maddesi, parlamentonun yapısındaki en önemli maddeyi oluşturuyor. 2017 değişikliğinden sonraki en büyük eleştirilerden biri, bu sistemin aşkın temsil denilen ve siyasal partinin aldığı oy oranına göre daha fazla sayıda milletvekili kazanmasını sağlayan maddesine yönelikti. Bunun sebebi, ittifakların tek bir parti gibi hesaplanıyor oluşuydu. Böylelikle ittifakın kazandığı toplam oy, tek bir parti kazanmış gibi düşünülüyor, milletvekillikleri de o ittifakın içindeki siyasal partilerin oy oranlarına göre o ittifak içinde dağıtılıyordu. Yani bir siyasi parti, o seçim çevresinde gerekli oyu almasa da, dahil olduğu ittifakın artık oyları ile milletvekili çıkarabiliyordu. Değişikliğin 2. maddesi, bu yapıyı kısmen değiştirdi.  Ancak bunu değiştirirken demokratik temsil açısından şu riski de getirdi: Yeni sistemle, milletvekili hesabı ve dağılımı ittifakın oy toplamı barajı geçtiği takdirde, her bir partinin ittifak içindeki oy oranına göre hesaplanacak. Yani ittifak, tek bir parti gibi düşünülmeyecek. Bu da o bölgedeki milletvekillerini, en çok oyu alan siyasal partinin kazanacağı anlamına geliyor. Ancak söylemek mümkün ki aşkın temsil ne kadar antidemokratikse, en çok oyu alan partinin milletvekillerini çıkarması da o kadar tehlikelidir. Bu durumda, tek yapılı, tek sesli bir parlamento teşekkülü kurulur -ki zaten denge-denetleme mekanizmasının olmadığı bir sistemde, bu oldukça tehlikeli.

Değişikliğin üçüncü maddesi, seçimlere katılma yeterliliğini düzenliyor. Eski sistemde, mecliste grubu bulunma bir yeterlilik sebebiydi. Hatırlanacaktır, İyi Parti kongresini yapamadığı için ve mecliste grubu olmadığı için seçimlere katılmayacaktı. CHP’den İyi Parti’ye geçen 15 milletvekili ile bu engel aşıldı ve İyi Parti seçimlere girdi. AKP grubu, o zaman bu olayı, “yeni Güneş Motel vakası” olarak duyurdu. Yeni gelen düzenleme ile seçimlere katılmak için mecliste grup olma şartı kaldırıldı. Ancak seçime katılma hakkı için, kongreleri üst üste 2 defadan fazla ihmal etmemiş olma şartı getirdi. Bu durumda, örneğin kapatılan bir partiden sonra yeni parti kurulursa ve örgütlenmesini sağlayacak süresi olmazsa, nasıl seçimlere katılacağı sorusu cevapsız. Üstelik seçimlere az süre kalmışken bu soru hem kapatılma tehdidi altında olan, yani HDP, hem de Pandemi nedeniyle kongrelerini yapmayı erteleyen partiler için, mesela CHP, elzem nitelikte…

Seçim güvenliğini en çok tehdit eden madde, teklifin 5. ve 6. maddeleri. Kanuna göre il ve ilçe seçim kurulu başkanları, bölgedeki en kıdemli hâkim oluyordu. Bu da göreli de olsa kıdemli hâkim değiştirilemeyeceği için, görece bir seçim güvencesi niteliğindeydi. Bu kamusal bir görevdi ve haklı sebep olmadan isteğe bağlı çekilmek mümkün değildi. Yeni düzenlemeyle, il ve ilçe seçim kurulu başkanları, bir kura ile belirlenecek. Yani kim olduğu, eskisi gibi belirli ve öngörülebilir olmayacak. Ama buradaki en kritik nokta şu: Bu görevi istemeyen hakimlere, isterlerse kuraya katılmama hakkı veriliyor. Özellikle yerelde, taşrada ama genel olarak her bir bölgede, bir hâkimin, gelebilecek siyasi baskılardan ötürü bu görevi istemeyebileceği ortadayken, özellikle siyasi iktidarın görüşünde olmayan hakimlerin, bu görevden kolaylıkla çekilmesinin yolu açılıyor. Dolayısıyla kura da bu göreve talip olan ve muhtemelen “taraflı” olan hakimler arasında yapılıyor olacak. İl ve ilçe seçim kurulu kararlarına itiraz YSK’ya yapıldığından ve YSK’nın kararlarına karşı yargı yolu kapalı olduğundan, bu kurulların verdiği kararlar oldukça önemliydi. Ancak il ve ilçe seçim kurulları nezdinde yaratılan kapalı devre sistem, tüm yurttaşlık itirazı haklarını tehlikeye düşürüyor.

8., 9. ve 10. maddeler seçim güvenliğine ilişkin seçmen kütüklerindeki önemli değişiklikleri içeriyor. Bu maddeler, hem yerel seçimlere hem genel seçimlere ilişkin düzenlemeler getiriyor. Seçmen kütükleri, yerel seçimler zamanında kişinin en son oturduğu yere göre değil, 1 yıl önceki seçmen kütüğü üzerinden güncellenecek. Ayrıca hem yerel hem genel seçimler için adres kayıt sisteminden adresi kapanarak düşen kişiler, en son kayıtlı oldukları yerde oy kullanabilecek. Bu kişilerin kim olduğu, neden adres kayıt sisteminden düştükleri, düşmelerine rağmen neden son kayıtlı oldukları yerde oy kullanabiliyor oldukları ise bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Adres kayıt sisteminden düştüğü halde oy kullanabilecek kişilerin kim olduğu, mükerrer oy kullanma riskinin nasıl bertaraf edileceği, neden kişinin 1 yıl önceki kaydının esas alındığı ise cevapsız sorular olarak duruyor.

Bu değişikliğin, vatandaşlar olarak bizzat yaşayacağımız propagandaya ilişkin en önemli maddesi ise 11. madde. Bu madde, parlamenter sistem döneminde yazıldığı için Başbakan dahil bir düzenleme içeriyor. Bu güvence, seçimlerden önce elinde kamusal gücü ve devlet olanaklarını bulunduran siyasilerin, yani Başbakan ve Bakanların, kamu kaynaklarını kullanarak siyasi propaganda yapmasının önüne geçen bir maddeydi. Yani siyasetçilere, ellerindeki devlet olanaklarıyla siyasi propaganda ve seçim çalışması yapamayacaklarını söylüyordu. Değişiklikle madde metninden, şimdiki hükümet sistemiyle uyumlu olarak Başbakan kelimesi siliniyor. Ancak o halde, elinde tüm kamu kaynaklarını ve devlet olanaklarını bulunduran, tek başlı yürütme organı olarak bir siyasi partiyle bağı Anayasa gereği devam eden Cumhurbaşkanı, yasaklar kapsamına alınmalıydı. Ama alınmadı: Bu sisteme göre partili olan Cumhurbaşkanı, elindeki tüm yürütme gücüyle, kamusal olanaklar, hazine gücü ve Devlet kaynaklarıyla seçim propagandası yaparak siyaset yapabilecek ve bu mevcut yasalara uygun olacak. Seçimlerin adaleti, siyasal partiler arasındaki eşitlik, seçimsel demokrasi, seçim güvenliği ilkeleri tüm bu süreçte adı bile anılmayacak tarihten birer yaprak olarak kalacak.

Kâğıt üzerinde bile seçim güvenliğinin sağlanmadığını, 2017 Anayasa değişikliğinin birçok hükmüyle görmüştük. Temsil kabiliyeti yüksek bir örnek, Anayasa’nın zaten sembolik anlam taşıyan 114. maddesine bile tahammül edilememesi ve onun da yürürlükten kaldırılmasıydı. Bu madde, genel seçimlerden 3 gün önce, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma Bakanları’nın sembolik olarak görevden çekilmesini düzenliyordu. Hiç değilse görüntüde, bu üç Bakan’ın kamusal ve yürütmeye ilişkin yetkilerini, seçim günü kullanmamaları için getirilmiş bir garanti hükmüydü. Ancak 2017 Anayasa değişikliğinin mimarları, bu görüntüdeki güvenceyi dahi silmişlerdi.

Tüm bu siyasal sarmal düşünüldüğünde, bugün karşımızdaki dağınık, tüm güvencelerinden arındırılmış, siyasal iktidarın şeklini kolaylıkla alabilecek bir seçim yasası değişikliği getirilmesi, şaşırtıcı değil. Bu yüzden düşünülmesi gereken, eldeki bu düzenlemelere rağmen, neyin nasıl kurulabileceğidir. “Onlar yendi ama biz kazandık” demenin, pasif bir iyimserlik içerdiğini biliyoruz. İhtiyacımız olan, pasif iyimserliklerden çok, iradeli ve dirençli bir politika. Çünkü artık onlar yendiğinde, biz kazanmıyoruz. Fatmagül Berktay’ın ufuk açan kurgusuyla söylediği gibi: Düşünen Eylem. “Düşünme ve zihinsel yargılamayla desteklenmeyen, olgusal hakikatle yüzleşmeyen nafile bir umuda sarılmanın, tehlikeli bir hamasetten ibaret kalacağını”[1] hiç unutmamak gerek…


[1] Fatmagül Berktay’ın güzel ifadesi, “Düşünme Etiği”, Metis Yay., 2021, s. 34.