Kıraathane’nin Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları kitabında Ernest Renan’a sadece bir yerde, Kadir Dede’nin sunumunun sonunda bir paragrafta değinilmiş, Ulus Nedir başlıklı söylevindeki “Bir ulusun varlığı her gün yapılan bir plebisittir” cümlesi çevresinde. Dede, bu önermeyi olumlarken şöyle diyor:
“Genelde kendisinden yapılan alıntılarda halkoylaması kısmına odaklanılmışsa da ‘her gün’e odaklanmak, milliyetçilik çalışmalarının şimdiki zamana odaklanması gerektiğine dair ipuçları sunmaktadır. Renan, millet mensubiyeti için geçmişte belirtilmiş bir rızaya ya da bir ‘toplum sözleşmesi’ne itibar etmemekte, millete bağlılığın bir mazisi olacaksa da, esas olanın bu bağlılılık doğrultusunda [beyan] edilecek rıza ve istek olduğunu belirtmektedir. Bu beyanın gerçekleşmesi gereken zaman dilimi ise şimdidir, bugündür.”
Güzel tesbit, bu “şimdi” vurgusuna daha sonra döneceğim. Ama 1980’lerden itibaren Renan’dan pek fazla “alıntı yapıldığını” söyleyemeyiz. Son dönem eleştirel teori içinde Renan’ın Ulus Nedir’ini bir tek Shlomo Sand’ın övgüyle andığını hatırlıyorum: “kendi zamanı için olağandışı bir kavrayış”.[1] Sadece bugün de değil, milliyetçilik tartışmalarının asıl alevlenme dönemi olan Yugoslavya krizi sırasında da (90’lı yıllar) akademik literatürde ve gazetecilikte Renan’ın bu kısa metnine başvurma ihtiyacı pek duyulmamış gibidir. Milleti ebedileştirmekten kaçınmasına, bunun da bir gün ortadan kalkacak bir toplumsal kategori olduğunu (ama “bugün” için -1880’ler- gerekli ve yararlı bir olgudur demekteydi) belirtmesine rağmen, o da “özcülerle” birlikte unutulmaya bırakılmıştır.[2] Yine de Ulus Nedir’deki bazı can alıcı gözlemlerin yeterince değerlendirilmediğini düşünüyorum ben: bu cümlelerin Renan’ın kendisinin de fark etmediği kadar tehlikeli oldukları sezildiği için mi acaba?
“Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu ruhani ilkeyi iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri zengin bir ortak hatıralar mirasına sahip olmaktır, diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası devam ettirme iradesidir.”[3]
Bu âna kadar, ulusun oluşumunda ırk, dil, din, çıkar birliği ve coğrafya gibi görece nesnel ölçütlere değinmiş ve hiçbirini tek başına veya toplu olarak yeterli bulmamıştır. Renan için ulus sosyolojik bir kategori değil, tinsel bir “ilkedir”: orada öylece duran nesnel bir varlık değil, onu oluşturan insanların ortak iradesiyle var edilen ve var tutulan bir öznel gerçeklik. Zengin bir ortak anı mirası diyor Renan, günden kopmadan sürdürülen bir daimi hatırlama deneyimi. Ve zaten sorun da burada başlıyor.
Çünkü bireysel varlık gibi ulusal varlığın da hatırlama kadar, hatta ondan da çok, unutmaya bağlı olduğunu, bazı anıların bastırılmasına dayandığını Nietszche’yle birlikte ilk vurgulayanlardandır Renan (sayıları da fazla olmamalı). “Unutmak, hatta tarihsel hata da diyebilirim, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir ve bu nedenle tarih araştırmalarındaki ilerlemeler genelde ulus için tehlikelidir” (s. 37, a.b.ç.). Bunu bizim “arşivlerimizde” çalışmak isteyen genç ve orta yaşlı akademiklerimizin çok iyi biliyor olması beklenir. Şöyle devam ediyor Renan:
Tarihsel araştırmalar gerçekten de tüm siyasi oluşumların başlangıcında yaşanan şiddet olaylarını aydınlatır, tabii sonuçları bakımından çok yararlı olanlar da dahil. Birlik her zaman vahşice gerçekleştirilir; Kuzey ve Güney Fransa’nın birleşmesi yaklaşık bir yüzyıl boyunca devam eden imha ve terörün sonucudur. (a.b.ç.)
Demek “her” ulusun oluşumunda “her zaman” güçlü bir aydınlanma düşmanlığı vardır. Tarihsel araştırma “tabii ki” yararlı şeyleri de ortaya çıkarabilir, ama asıl sonucu bizi “kendi” çirkefimizle yüz yüze bırakmak olacaktır. Katlanılması kolay olmayan bir deneyim. İlginç olan, Renan’ın bu “negatif” saptamayı ortak anı mirasına ilişkin olumlu önermeden önce yapmış olması: ulusun oluşturulma sürecindeki sıralamayı kendisi de teoride bir kez daha tekrarlıyordur burada. Ulus nasıl kötü anıların bastırılması ve yerine güzel şeylerin konulmasıyla oluşmuşsa, Renan’ın ulus kuramı da önce şiddet ve imhayı kaydettikten sonra bu skandala fazla tahammül edememiş ve yerine zaferlerle, mutlu anılarla, şan ve şerefle dolu bir tarihi ikame etmek durumunda kalmıştır. Murat Belge, Genesis kitabında bu “inşa” sürecini bütün grotesk yanlarıyla anlatır.
Buradan Walter Benjamin’in her büyük kültürel anıtın altında bir vahşetin, bir insan kırımının yattığına ilişkin gözlemine de varabiliriz. Ama Piramitler'e, Partenon’a, Kolezyum’a, Çin Seddi'ne gitmeden de, bizim daha mütevazı yakın çağ İstanbul tarihimizde bakabileceğimiz örnek-vakalar yok değildir: Gezi Parkı'ndan Hilton Oteli'ne, oradan da Orduevi'ne ve Askeri Müze'ye uzanan bölge geçen yüzyılın başlarına kadar Ortodoks (Ermeni ve Rum) mezarlığıydı. Nasıl ki tarihi Tatavla da Cumhuriyet’ten sonra Ergenekon Caddesi'yle, Göktürk, Bozkurt ve Baysungur Sokakları'yla eksiksiz bir özbeöz Türk semti olarak “Kurtuluş” adını aldı. (Bir Stalin-öncesi III. Enternasyonal ilkesi: Bize düşen, kötü örnekleri başka ülkelerden değil, kendi ülkemizden vermektir.)
Renan’ın bu yaklaşımını yine hiç adını anmadan (belki farkında bile olmadan) benimseyenlerden biri de yanlış hatırlamıyorsam Slavoj Žižek’tir. Şu anda erişemediğim için bakamıyorum, ama sanırım Kayıp Davaları Savunmak kitabında, milli aidiyetin asıl ölçütünün kendimizde kötü ve yanlış olan (ve bizim de kötü ve yanlış olduğunu bildiğimiz) şeyi sevme ve yüceltme yükümlülüğü olduğunu belirtiyordu. Bir noktadan sonra bu bir dışsal yükümlülük olmaktan çıkar ve bir “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” (Nietzsche) süreci içinde kişinin ve toplumun içten gelen tercihine dönüşür: Çorak ülkenin insanları ormanlardan nefret etmeye, ırmakları küçümsemeye başlarlar. Nasıl ki, bir suç örgütüne üye kabul edilecek kişinin cinayeti seyretmekle yetinmeyip kendisinin de birini zevkle kesmesi gerekiyordur. Bir Türk Stalinisti'nin daha önce KGB’yle özdeşleşmiş olmasının da onu daha sonra, hatta belki aynı anda MİT’e, Seferberlik Tetkik Kurulu'na veya Jitem’e hayranlıkla bakmaya yatkın kılması gibi.
***
Şu var ki Ulus Nedir’in herhangi bir “olumlu, ilerici milliyetçilik” varsayımı için çıkardığı asıl zorluk bu “kökensel suç ve unutulması” fikri de değil bence.[4] Asıl skandal, o her gün yapılan plebisit düşüncesinde ortaya çıkar (sanırım bunu “her an” diye okumak gerekir). Renan’ın ulusu, sosyal bilimcinin ulusu değil, milliyetçinin ulusudur ve bir nörotik vakadır: her an kendini ispatlaması, boyuna kendini kendine inandırması gerekiyordur, sürekli mücahede halindedir.
Buraya gelmeden önce (ve kökensel meseleyi “unuttuktan” sonra) Renan yine “olumsuz” duyguları vurgular:
“Ulus, tıpkı birey gibi, uzun bir gayret, fedakârlık ve adanma sürecinin ürünüdür. En meşru kült ata kültüdür, atalarımız bizi biz yapmıştır (...) Geçmişte ortak zaferlere, şimdi ortak bir iradeye sahip olmak; hep beraber büyük işler yapmış olmak ve daha da yapmak istemek, işte bunlar ulusal idea’nın dayandığı temellerdir. İnsan razı olduğu fedakârlıklar ve çektiği acılar kadar sever” (s. 50, a.b.ç.).
Şöyle devam ediyor:
Geçmişte paylaşılan bir zafer ve acı mirası (…) beraber acı çekmek ve umut etmek, işte gümrük birliklerinden, stratejik fikirlere uygun hudutlardan daha önemli olan budur; işte ırk ve dil farkına rağmen herkesin anladığı budur. Biraz önce “beraber acı çekmek” dedim; evet, paylaşılan acı sevinçten daha çok birleştirir. Aslında ulusal yaslar, kederler, zaferlerden daha kıymetlidir, çünkü görev yükler ve toplu bir çaba beklerler (a.b.ç.)
Bu çaba, bu görev, kişilerin ve grupların kendilerini daimi bir seferberlik hali içinde tutması demektir; sonu gelmez bir teyakkuz hali, sürekli “eli belindeki silahta olma” durumu (Göbels’in “kültür” sözcüğünü işittiğinde yaşadığı). Ulusun varoluşu her gün tekrarlanan bir halkoylamasıdır, diyor İsa’nın Hayatı’nın yazarı. Ama biliyoruz ki bütün gevşekliği, rahatlığı ve “muhallebiliği” ile gündelik hayat diye bir şey de vardır. En hasud, en kıskanç kişinin bile sürekli nefret etmeye enerjisi yetmez; ara sıra kendini bırakmak, rahatlamak, insan içine çıkmak zorundadır. Demek Nihal Atsız’ın veya Alpaslan Türkeş’in bile bir günlük rutini, gecelikli veya sabahlıklı hali vardır (nedense Devlet Bahçeli için aynı şeyi söyleyemiyoruz). Renan’ın kaydetmediği bir sosyolojik ve tarihsel olgudur bu günlük alışkanlıklar, kıytırık ya da kıymetli hayat lezzetleri. (Gerilla hareketlerinin günlük hayatın devamlılığına antipatisi de buradan gelir.)
Renan’ın ulusu, sosyolojinin, gündelik varoluşun ve romanların ulusu değil, milliyetçi teyakkuzun ulusuydu, sürekli bir enflamasyon ve iltihaplanma hali; Brejnev’in değil, Lenin’in, Troçki’nin ve Stalin’in ulusu. Romanın ve saatlerin ulusuyla, kuşluk vaktinin veya akşamüstünün ulusuyla gizli-açık bir rekabet içindeydi. Şu var ki Renan da biliyordu herhalde: teyakkuz ulusu, seferber ulus, ancak kendini bu gündelik gevşekliğe koyverdiğinde gürbüzleşir, adale kazanır: hikâyeyi Türk Tarih Kurumu'ndan kıraathaneye indirir ve kıraathaneyi de potansiyel bir linç güruhuna dönüştürür.
Renan bu konferansı Fransa’nın Almanya karşısında 1870’deki acıklı yenilgisinden on yıl sonra vermişti. Metinde belirttiği gibi, kendisi için de kişisel bir fiyaskoydu bu, bir travma. Çünkü Fransızlar dışında en sevdiği, en yakından izlediği toplum Almanya idi. Onlara kızmaya tam razı olamıyor, ama milliyetçi öfkesini de ifade etmekten geri duramıyordu. Tabii metinde hiç söz etmediği bir Paris Komünü de patlak vermişti aynı yıllarda; bu konuda da iyi bir CHP’li gibi kaldı.
Denetleyemediği, örtbas edemediği, ama zaten çok da farkında olmadığı bir skandalın ilerleyişini izleriz Renan’ın kitabında. Toplum millileştirildiğinde ortaya bir klinik vaka çıkmaktadır. Yaklaşık 250 yıldır da insanların asıl gerçekliği olan ve her an alevlenebilecek bir toplu çılgınlık.
[1] Shlomo Sand, The Invention of the Jewish People, (Londra: Verso, 2009) s. 32.
2 Çağdaşı Engels şöyle yazmıştı: “Aynı gevşek ama tümüyle tarih-dışı yaklaşım ünlü Renan’ın çalışmalarına da hakimdir. Alman [din] eleştirmenlerinin fukara bir intihalcisidir, o kadar. Bütün eserlerinde kendisine ait hiçbir şey yoktur, günün geçerli estetik santimantalizmimin ve bunu sarmalayan şekerli dilin dışında.” Frederick Engels, “The Book of Revelation”, marxists.org. Renan asıl bizim Tanzimat aydınlarını telaşlandırmışa benzer, İslam'ın felsefeye aykırı olduğunu öne sürdüğü için. Bu ilişkinin öyküsünü Şerif Mardin’in nefis Genç Osmanlı Düşüncesinin Oluşumu kitabında bulabiliriz.
[3] Ernest Renan, Ulus Nedir, çev. Gökçe Yavaş (Pinhan: İstanbul, 2016), s. 50.
[4] Sonraki kuramcılar içinde Renan’ın bu tespitine sahip çıkan yine de “sosyolog” adaşı olmuştur: “Durumun mantığını anlayan Ernest Renan, ulusallığın hatırlamaya değil, unutmaya dayalı olduğunu belirtmişti (icat edilmiş anılara da diyebilirdi).” Ernest Gellner, Encounters with Nationalism (Londra: Blackwell, 1994), s. 29.