Dünyada sosyalizmi Sovyetler Birliği temsil ettikçe, özellikle kalkınmış ya da kalkınma yoluna girmeyi başarmış ülkelerin sosyalizmi seçmeleri ihtimali neredeyse sıfıra inmişti. Arkasında Macaristan ve Çekoslovakya örnekleriyle Sovyetler Birliği kapısı çalınacak iyi bir komşu gibi görünmüyordu. “Demir Perde” diye adlandırılan ülkelerde yaşayan insanlarla arada bir tanışma, konuşma imkanı bulanlarımız (çok kalabalık değildik) o ülkelerde hayatın pek parlak, pek mutlu yürümediği izlenimini ediniyorduk.
Bu rejimler yıkılma aşamasına gelince birdenbire her şey hızlandı ve kısa zaman içinde “sosyalist” ülkeler birer birer “hürriyeti seçtiler”. Bugün “sol” denince buna en “düşmanca” tavrı alanlar, bu “eski sosyalist” ülkelerde yaşamış insanlar. Ama bu insanların—yaşadıkları hayat gereği—siyasi bilinçleri oldukça karışıktı. Leipzig’de yaşayan bir Alman kendisinin demokratik (adı da öyle) bir toplumda, Köln’de yaşayan bir Alman’ın ise bir burjuva diktatörlüğü altında yaşadığı dersini alarak büyümüşse, zihninde bazı karışıklıklar olması da bir ölçüde kaçınılmazdı.
Macaristan’ı düşünerek söylüyorum bunları. Macaristan’da yıllarca komünizmi eleştiren ve yaka silken muhalefet “Demir Perde”nin yıkılmasından sonra Fidesz’te en güçlü parti olarak birleşti. Fidesz genellikle kendini “liberal” diye tanımlardı ama “milliyetçi” konulara gelindiğinde liberal olduğu pek de söylenemezdi. Orban bu partinin sağ kanadından geliyor zaten. Bu arada, ekonomik bazı sorunlara çözüm bulmak için uğraşırken, hiç de “liberal” olmayan birtakım tedbirlere başvurdu. Sosyalist dönemin katı devletçi davranışlarına uygun sınırlamalar, yasaklar v.b. getirdi. Ama bu davranışları popülaritesini zedelemedi. Böyle şeyler popülizm ortamında sorun olmayabiliyor. Cebinde kaç kuruş bulduğu ilkelerin çiğnenmesinden daha önemli.
Son aylarda Macaristan’da bazı gelişmeler Orban saltanatının sonuna yaklaştığını haber verir gibi oldu ve demokratların umutlarını yükseltti; ama seçim, biraz da bu nedenle, tam bir “soğuk duş” oldu. Belli ki Macar halkının çoğunluğu daha bir süre Orban’la yola devam etmek fikrinde.
En azından, muhalif altılıyı ciddiye almamakta kararlı görünüyor. Bu altılının kompozisyonunda asıl ağırlığı “Sol” un oluşturuyor olması (Sosyal-demokratlar, Yeşiller, Liberaller v.b.) böyle tavır almakta belirleyici rol almış olabilir. Ne olsa, çoğunluk solun kötü bir şey olduğunu bellemiş bir kere.
Bu seçimin bizi etkilemesi belirli bir kaçınılmazlık taşıyordu. Çünkü biz de bir süreden beri sağ popülist-otokratik rejimde yaşıyoruz. Ama daha komik bir gerek var: iki ülkede de muhalefetin altı siyasi partiden oluşan ittifaklar kurmuş olması! “Altı” rakamının metafiziği!
Bu tabii saçma. Orada öyle oldu diye burada da böyle olması herhangi bir sosyoloji kuralına uymuyor. Kaldı ki orta yerde “ekonomi” diye koskoca bir etken duruyor. Burada “Ben ekonomistim” diye atılıp şu korkunç durumu yaratmış “irade” var; Macaristan’da ise Orban baştan aşağı felaket ama ekonomi onun en güçlü olduğu düzey. Enflasyon oranları kıyaslanır gibi değil. Gelir düzeyini artırdı. İşsizliği azalttı, istihdamda ilerleme sağladı. Sanırım zaten bunlarla Macar seçmenini kazandı. İki ülke ve iki yönetim arasındaki bu farklılaşma seçmen davranışını da mutlaka etkileyecektir. Bu farklılaşma, muhalefeti oluşturan partilerin sayısının altı olmasından daha belirleyicidir, diye düşünüyorum.
Ama yazının başlığında Macaristan’ın bir “uyarı” olabileceğini yazdım. Farklılaşma son derece önemli olmakla birlikte Tayyip Erdoğan’ın şapkadan tavşan çıkarma yeteneğinin hafife alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, Erdoğan’ı ve partisini yirmi yıldır iktidarda oturtan tarihi geçmiş sözkonusu. Macaristan’ın “sosyalist” geçmişine şiddetle karşı olması Orban’a da, Fidesz’e de, oldukça sağlam karılmış bir popülarite sağlıyor. AKP de benzer bir desteği dediğim o tarihi geçmişe karşı aldığı, bildiğimiz düşmanca tavrı nedeniyle elde ediyor. Onun için de “yeridir, yeri değildir”, hiç düşünmeden, sürekli o geçmişi hatırlatıyor. Abartarak, çarpıtarak yapıyor bunu. Ama zaten nesnel gerçeklikle ilişiğini kesmiş bir partiden söz ediyoruz. Önemli olan, böyle konuları gündeme getirip bir şeyler söylediğinde bunun “hazırun” katında bir şeylere değiyor, dokunuyor olması. Olmuş bitmiş, üstünden uzun zaman geçmiş eski şikayetler, düşmanlıklar şaşırtıcı derecede dayanıklı olabiliyor. Bu tür kırgınlıklar, doğal olarak (ve aynı zamanda tarihi olarak) “Millet İttifakı”nın en büyük kısmını meydana getiren CHP karşısında etkili. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu sanırım bunun farkında; onun için dikkatli davranıyor, bu tür anıları canlandıracak eylem ve söylemlerden dikkatle kaçınıyor
Ama “Cumhur İttifakı” karşısında kurulmuş koalisyon içinde bu tavra hiç yakınlık duymayan bir kesim de var; olduğunu herkes biliyor. Bazan insan düşünüyor: orada durmayı tercih eden bu kesim açısından AKP iktidarından kurtulmak mı daha önemli, yoksa sözgelişi Ahmet Davutoğlu’nu ya da Ali Babacan’ı bir süre öncesine kadar “AKP’li” oldukları için cezalandırmak mı?
Dolayısıyla, evet, Macaristan’da gözlemlediğimiz süreç bizim için de bir “uyarı” olabilir—hatta olmalı. Türkiye, tarihinin belki en sorunlu, en kritik aşamalarından birinden geçiyor. Burada temel soru, “birlikte” yaşamaya devam etmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İstiyorsak, farklılık karşısında anlayışlı olmayı öğrenmemiz gerekiyor.