Sözde "Kadın Cinayetlerini Durduracağız"ı Kapatmak
Işıl Kurnaz

Hikâyenin neresinden tutsanız elinizde kaldığı bir yeri vardır. Başlıktaki ifade, tam da o yerin kendisinden. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun[1] kapatılması için başlatılan davaya sebep olan aşırı hassas bir vatandaşın CİMER’e yaptığı şikâyette geçiyor bu ifade: “Sözde kadın hakları adına, sözde kadına yönelik şiddeti durduracağız” adına […] uluslararası terör anlaşmaları ile…”

Dilekçenin kendisi, boca edilmiş kavramlar yığını, başını sonunu takip edemediğiniz cümlelerin birbiriyle alakasız konulduğu bir çuval gibi:

Dış destekli ve kötü niyetleri açıkça belli, devletimizi, aile hayatımızı yok etme projesinin mihmandarlığını üstlenen, iplerini kimlerin tuttuğu açıkça belli olan LGBT, travesti ve lezbiyen dernekleri de dahil toplam 256 feminist, ateist, showenist, sözde dinci terörist çeteler…

diye devam ediyor. İpler, dış destekler, showenistler… Adeta bir canavar filmi gibi. Kim bunlar, neden bu dilekçedeler, platform burada nerede duruyor, anlamak mümkün değil.

Ama bir şeyi anlamak mümkün, aile hayatımızla kadın cinayetleri arasındaki pozitif korelasyonu. Evet aile hayatını, kadının ezilmesi, ikinci sınıf görülmesi, haklarının kısıtlanması, belki fiziksel gadre maruz kalması, ekonomik ve psikolojik şiddete uğraması karşısında bile korumak gerek. Mutlak ve kutsal bir hale içindeki aile hayatı, dokunulmaz ve tahrip edilemez. O yüzden de kadınlar öldürülmesin demek, aile hayatını bozar. Çünkü biliyorlar ki kadınlar en çok aile hayatı içinde öldürülür. Koca, eski koca, baba, ağabey, sevgili, eski sevgili, bir yerde tanışılmış bir adam… İstanbul Sözleşmesi bunun için yok muydu? Kadına yönelik şiddeti, her zaman ve her mekân, aile veya değil, tanıdık veya tanımadık her yerde ve herkes için öngörülebilir önlemlerle yasaklıyordu. Aile içi şiddet diye bir tanım yapıyordu, muhafazakâr tahayyülde aile, şiddet halinde bile korunması gereken bir yer olabilirdi tabii ama Sözleşme tam da bunun için vardı. Kadınları, kimsenin ve hiçbir tahayyülün gölgesine ve keyfine terk etmemek için.

Aile içi şiddet, Sözleşme’nin en kıymetli tanımlarından biriydi, aileyi çok geniş bir düzlemde, mekân ve ilişki biçiminin resmiliğiyle değil, kadınlar için ne anlama geldiği üzerinden tanımlıyordu. Evli olabilir olmayabilir, ilişkisi olabilir olmayabilir, aynı evde oturabilir oturmayabilir… Bu tanım, herhangi bir özel ilişki biçimi olsun olmasın, kadına ne yapıldığının hesabının kamusal olarak sorulmasıydı, bunun imkânıydı. Bu imkân kaldırıldı.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, ismini hedefinden alan bir platform. Niyetini ve amacını bu kadar sarih anlattığı için de Türkiye’deki yapısal ve sistematik bir ihlalin adını, adlı adınca koyabiliyor. Türkiye’de kadın cinayetleri ve şüpheli kadın ölümleri bir kadın-kırım halini alıyor. Adeta, kadınlara karşı açılmış bir savaş var. Henüz iki saat önce geçen bir haber:

“Eşinde kalan 2 çocuğunu görmek için Konya'dan İzmir'e giden Remziye Tüysüz (22), eski eşi Yalçın Polat tarafından boğularak öldürüldü. Giresun'da yaşayan İrem Kostakoğlu (26), Yunus Emre A. isimli erkeğin silahlı saldırısı sonucu vefat etti.”

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, bir anıt sayaç hazırlıyor. Ay ay kadın cinayetlerinin çetelesini tutuyor, dava gözlem birimleri ile rapor yazıyor, gönüllü avukatlarla dava takibi yapıyor, müdahillik talep ediyor. İpin ucunu da işin peşini de bırakmadıkları için hem kamusal bir izleme, hem kadınlar için fikri takip, hem de mahkemeler için bir baskı unsuru oluşturuyorlar. Kadın meclislerini il il örgütleyerek, ilmek ilmek dokudukları bir kadın ağları var.

“Ölü Kadınlar Memleketi”[2] diye seçmişti Burçe Bahadır, Ayizi Yayınları’ndan çıkan kitabının adını. Defalarca dövülmesine rağmen canının acımadığına inanırsa bir şey olmaz diyerek o dayağı geçiştiren kadınların ve o kadınları öldüren erkeklerin hikayeleri, pişmanlık indirimi denen şeyin içinin ne kadar boş olduğunu da anlatıyor:

“Hepsine sorduğum birkaç soru var. ‘Pişman mısın’ bunların arasında en sevdiğim. Biri bile ‘evet pişmanım, bir insanın hayatına son verdim, ömrünü çaldım.’ demiyor. Biri bile… Pişmanlar evet ama yakalandıkları için, […] bunca zaman cezaevinde kaldıkları için.”[3]

Kitap boyunca cezasızlığın kadınlar için hayati olan sonuçlarını okuyorsunuz. Kadınları öldüren erkekler, kadınları öldürdükleri için yakınmıyorlar, hiç de ağır olmayan cezaların ağırlığından dert yanıyorlar:“Cezasının olduğunu bilseydim, cezanın bu kadar olduğunu bilseydim yapmazdım. Haksız tahrik, pişmanlık şu bu hemen çıkarım sanıyordum.”

Ölü kadınlar memleketinde, kadınlar ölüyor ve erkekler kendilerine üzülüyorlar. Birileri insanüstü bir irade ve eylem gösteren, dirençleriyle mahkeme kapılarını kadınlar için umut haline getiren, özgürlüğün bulaşıcı olduğunu tüm kadınlara duyuran, evlerden taşan bir örgütü kapattırmak için dilekçe yazıyor. Başka birileri, bu ciddiyetsiz dilekçeyi işleme koyuyor. Bu, İstanbul Sözleşmesi’nden beri kadınlara verilecek en büyük zarar. Bu davaları kim takip etmek için örgütlenecek, hukuki destek sağlanan bu kadınlara ne olacak, üstelik dernek kriminalize edildikten sonra belki kimi kadınların derneğe başvurmasının önü kesilmiş olacak, peki o zaman yalnız kalan kadınlara kim “asla yalnız yürümeyeceksin” diyecek? Bu bir soru, belki de bu bizim sorumuz. Ama başka bir soru, bu toplumla ne yapacağımız? Bu hepimizin sorusu, en çok da “sözde” yurttaşların.

Platformu kapattıklarında, kadın cinayetlerinin yok olmayacağını biliyorlar, sadece daha az görüneceğini, belki kapalı kapılar ardına kilitlenebileceğini ama muhakkak ivmesini arttırarak ilerleyeceğini. Ama kadın cinayetlerinin daha az görünmesinin ve takip edilmesinin, aile hayatlarına getireceği marjinal fayda için verdikleri uğraş, karşımızda bir devlet ve toplum olmadığını da söylüyor öte yandan. Gökçer Tahincioğlu, davaname sürecini olanca sarihliğiyle anlatmıştı. Sedat Peker’in akıl almaz iddialarını görmeye tenezzül etmeyen yargı ve idari makamlar, ne idüğü belirsiz bir dilekçe gerekçelendirilsin de derneği fesih davası açılabilsin diye defalarca Valilik’ten yazı istemişti. Üstelik üyelere açılan soruşturmalar, takipsizlik kararları, haksız gözaltılar sanki suç oluşturuyormuş gibi temelsiz bir davaname yazılmıştı. Türkiye, herkesin hakkında bir gün soruşturma ve dava açılabileceği, herkesin bir gün gözaltına alınabileceği bir ülke haline getirildiği için, Savcılık’ın bu akıllara zarar mantığıyla herkesi bir gün kapatmak da mümkün olabilirdi tabii.

Bu hafta kaybettiğimiz, Mıgırdiç Margosyan, öykülerinde bu toplumda kadın olmayı da anlatıyordu. Kız çocuk doğurmanın sessizliğini, adeta savaş yenilgisi sayılmasını, zafer olanın erkekler olduğunu...[4] Ama söz konusu hayat olduğunda, orada kadınların ne kadar belirleyici olduğunu da. “Kızı olan dövünsün, oğlu olan övünsün[5] diyen, kadınlardan nefret eden ve kadınlara sesli sessiz savaş açmış bir toplumda, Platform bu savaşı ifşa ettiği için de hedefte. Bu savaşın adını koyduğu için, adını koyarak sessiz sedasız kurulmuş erkek sözleşmesini bozduğu ve cinayetler sanki yokmuş gibi davranılmasına izin vermediği için. Çünkü sanıyorlar ki cinayetlerin adı olmazsa ve gözlerini kaparlarsa, ölü kadınlar kaybolacak. O yüzden de kadın cinayetlerini takip etmenin, bir duruşmadan çıkıp diğerine yetişmenin imkânsız olduğu bu memlekette, “sözde kadın hakları”, “sözde kadın cinayetleri” diye şikâyet dilekçeleri yazabiliyorlar. Ve burada, tam da bu ülkede salgın başlandığında yapılan ilk işlerden biri, ALO 183 şiddet hattının, Pandemi başvuruları için kullanılmaya başlanmasıydı.[6] Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun, aldığı ilk salgın önlemi, 6284 sayılı yasa gereği verilen tedbirlerin verilemeyebileceğiydi. [7]Tam da o sırada İstanbul Sözleşmesi’nden apar topar ve usule tamamen aykırı olarak çekildiler.

AKP uzun zamandır TÜİK dışında yayımlanan istatistiklerden rahatsızdı. Enflasyondan, suçluluk oranlarına kadar devlet dışında tutulmuş her bir devlet kaydından. Bunun bir sebebi, kamu kaynaklarıyla hakikati kolaylıkla eğip bükmelerinin verdiği rahatlıktı tabii. Ama bir sebebi de kolayca gizlemek istedikleri, çetelesini tutmadıkları istatistiklerin başkaları tarafından da hesabı yapılmasın istemeleriydi. Bugün basına sızan yasa teklifi[8], TÜİK’e onaylatılmadan resmi istatistiklere alternatif olacak şekilde istatistik üreterek bunları yayımlayanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası öngörüyor. TÜİK, kadın cinayetlerinin çetelesini tutmuyor. Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün kayıtlarında, günlerce aramama rağmen kadın cinayetlerini ayrı ve özgül olarak sınıflandıran bir verinin toplanmadığını biliyorum. Devlet, kadın cinayetlerine adli birer vakaymış gibi bakarken ve bu çeteleyi tutan Platform'u kapatmaya çalışırken, kadınlar her gün, her saat, her dakika öldürülüyor. Devletin çözüm olarak bellediği şey ise bunun kaydının tutulmasını fiilen imkânsız, hukuken yasak kılmaya çalışmak.

Sözde kadın hakları diyerek tahkir ettikleri şeyin, aslında sözde tedbirler ve sözde koruma olduğunu biz zaten biliyoruz, kadınlarla sınanarak öğrendik. Neyi söylerken, aslında neyi imlediklerini de ezberledik. Hedefin, Platform nezdinde neredeyse bütün kadın örgütleri ve feminist hareket olduğunu da… Ama biz ne söylediğimizi de biliyoruz: “Kadın cinayetlerini durduracağız.”


[1] Kamuoyunda Platform olarak bilinen, “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği”’nin kapatılması isteniyor.

[2] Burçe Bahadır, Ölü Kadınlar Memleketi, Ayizi Yayınları, 2014.

[3] Bahadır, age, s. 137.

[4] Mıgırdiç Margosyan, Gavur Mahallesi, Aras Yayınları, 1994.

[5] Margosyan, “Güvercin” Öyküsü, s. 24.

[6] Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, Salgında Kadın Olmak Raporu, s.11.

[7] https://www.gazeteduvar.com.tr/kadin/2020/03/30/hsk-kararinin-kadinlar-icin-agir-sonuclari-olur

[8] https://www.bloomberg.com/news/articles/2022-04-14/turkey-mulls-jail-terms-for-publishing-unapproved-economic-data?sref=OtgdXlF1; https://t24.com.tr/haber/bloomberg-tuik-ten-izinsiz-yayimlanan-istatistiklere-hapis-cezasi-geliyor,1027783