Daima baskı altında yaşarız. Her zaman ve her yerde hayatın çok fazla geldiği koşullara katlanmak zorundayızdır. İçeriden ve dışarıdan gelebilecek çeşitli hücumlara, gerilim artışına yol açarak dengemizi bozan, acı ve hoşnutsuzluk yaratan saldırılara tahammül etmenin yordamlarını öğrenerek sürdürürüz yaşamlarımızı. Hayatın aşırılıkları her yerdedir ve süreklidir. O yüzdendir ki, insan başından itibaren biraz da felsefe yaparak, felsefeci olarak var olur. Felsefenin bütün büyük sorularını sorarak, onlar eşliğinde dünyaya yerleşir, bir kimlik edinir, kendimize özgü bir zaman yaratırız: Nereden geliyorum, hangi köklere/kökenlere sahibim, varlık/varoluş ne demektir, içerisi ve dışarısı neresidir ve sınırları nerededir, ötekilerle aramdaki bağ ve ilişkilerin içeriği nedir, anne/baba ve kardeşler başta olmak üzere tüm ötekiler karşısındaki konumum neresidir, vb, vb,. Bunlara yönelik çeşitli teoriler (çocukluğun cinsel teorileri örneğin) oluşturarak, çeşitli fantaziler geliştirerek, demek kendimize bir iç dünya/bir ruhsal gerçeklik yaratarak, kendi biricik ruhsallığımızı inşa ederek ilerler, büyür, olgunlaşırız.
Günümüzde belki de, günlük yaşamın söz konusu ezici aşırılıklarıyla daha derin biçimlerde karşılaşıyoruz. Farklı toplumlarda ve coğrafyalarda her birimiz o aşırılıklara ve belirsizliklere tahammül etmeyi ve dayanmayı mümkün kılacak çeşitli stratejiler oluşturmaya çalışıyoruz. Tümüyle keyfi ve öngörülemez nitelikteki otoriter yönetimler/liderler, biz sıradan insanların ekonomik güvence ve birikimlerini bir gecede yok eden aynı ölçüde keyfi -şayet varsa da aklımızın eremeyeceği kural ve işleyişlere tabi- finansal hareketler, dağılan topluluklar ve ülkeler, kendilerini bir anda göç yollarında bulan ve dünyanın dört bir yanına savrulan göçmenler/mülteciler, bu durumun zaten var olan istikrarsızlık ve sefaleti tetiklemesi ve çoğaltması, yükselen yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, bir geleceğimizin olmayabileceği korkuları, kendini ve insanca kapasitelerini var etme, ileri sürme ve sahneleme imkanlarından mahrumiyet... Bunların tümüyle ve solun tamamen ortadan kalktığı politik ortamla karakterize bir zamanda konuşuyoruz demek ki. O aşırılık ve belirsizlikleri giderecek bir kesinlik ve mutlaklık arayışını bu zeminde sürdürüyoruz nicedir. Varolan her şeyin en temel biriminin ve referansının birey olduğuna dair inancın -katı bir bireyciliğin- hükmettiği bir kültürel ve siyasal düzen içinde.
Söz konusu belirsizliği ve olumsallığı tümüyle silecek, ve iyice keskinleşen aşırılıkları/hayatın fazlalığını ortadan kaldıracak bu kesinlik ve mutlaklık arayışı günümüzün en belirgin ruhsal yönelimi/fenomeni değil midir? Aynı kesinlik ve mutlaklık arayışı toplumsal hayatın her alanını kat eden bir efendi arayışı/beklentisiyle, çeşitli semptomlarda ve kılıklarda dile gelen bir baba nostaljisiyle kesişiyor, bitişiyor. Sapkınlığın inkar ve sahtekarlık ethosu da aynı fonda biçimleniyor.
Adil, eşitlikçi ve özgürlükçü olmak, ya da gerçekleştirilecek herhangi bir eylemin, yapılacak herhangi bir şeyin bu niteliklere sahip olup olmadığı ancak adalet/eşitlik/özgürlük bakış açısından anlaşılabilir. Demek bütün insanlara seslenmeye, bütün insanlarla birlikte konuşmaya ve yapmaya yönelen bir ortaklığın bakış açısından. Diğer yandan bu, aynı biçimde devam etmenin ne demek olduğunu belirleyen koşulları birlikte düşünmeye, müzakere etmeye ve yaratmaya koyulmaktır da. Tanıl Bora’nın dediği gibi, “bir gelecek tasavvuruna, bir umuda açılmak”la eşdeğerdir.