Oğuz Işık’ın İletişim Yayınları’ndan yakın zamanda çıkan bir kitabı var: Eşitsizlikler Kitabı.[1] Aslında temel meselesi, 2000’ler Türkiyesi’ne bir kanondan bakmak, eşitsizlik kanonu. Burada, gelir, tüketim ve değişim eksenli bir kanon var tabii, ama gelire sadece bir iktisat meselesi olarak değil, bir eşitsizlik meselesi olarak bakmanın ayırıcı özelliğiyle konuşuyor. Yaşlılığı anlatarak giriyor söze tabii, “gençlik nasıl dünyayı zihinsel olarak kavrama gücümüz yarımken, dünyayı değiştirme gücünüzün olması ise, yaşlılık da tam tersidir- dünyayı kavrama gücümüzün hiç olmadığı kadar genişlemesi ama dünyayı değiştirecek gücünüzün, inancınızın, cesaretinizin kalmamasıdır.”[2]
Buradan, eşitsizliğe nasıl gidileceğine dair bir yol da çiziyor tabii: Anlama yetimiz arttıkça, değiştirme kapasitemizin azaldığı, yani bunların arasında negatif bir korelasyon olduğu bir dünyayla karşı karşıyaydık. Böyle bir dünyada yaşamakla, böyle bir dünyayla karşı karşıya olmak arasında bir fark var elbette. Bir tür Kramer, Kramer’e Karşı denebilir mi? Tabii mümkün, sadece dünyada yaşamakla kalmıyorduk çünkü, onunla karşılaşıyor, karşı karşıya kalıyorduk. Eşitsizlik, böyle bir şeydi.
Oğuz Işık, “Bu kitapta temel amacım, Türkiye toplumun son 20 yılını eşitsizlikler üzerinden anlamak ve anlatmak çabası” diyor. Bu kadar sarih, bu kadar açık seçik aslında. Çünkü son 20 yıl, eşitsizliğin ve yoksulluğun gün günden derinleştiği bir döneme de tekabül ediyor. Sadece o büyük ve iddialı siyasal hukuk açısından değil, yoksulluğun ve yoksunluğun eşitsizlik hukuku açısından. Tabii bunun kendisi de siyasal… Peki neden eşitsizlik hukuku diyorum? Çünkü kitap boyunca görüyorsunuz ki bu hukuken de tahkim edilen bir eşitsizlik biçimi. Hukukun çözümsüz bıraktığı, meseleyi kolektif bir hak ve hukuk meselesi olarak görmekten ziyade, tek tek bireysel sorunlar olarak bile nadiren görebildiği, eşitsizliğin adını tam olarak koyamadığı bir mecra bu. Burada hukuk akmıyor, donuyor. Tüm hak ihlallerinin içine sızmış eşitsizliği görme yetisi olmayan bir yapı sunuyor hukuk. Bu yüzden de evet eşitsizliğin, icazet verilen bir hukuku var. Ama öte yandan eşitsizlik hukukundan, eşitlik umuduna doğru bir yol da var.
Bu kitap boyunca bir anlatı var, eşitsizliğin anlatısı. Bunun duygusal bir tarafı olduğu kadar, siyasal ve iktisadi bir ömrü de var tabii. Eşitsizliğin, bir ortak kesen değil de, ortak küme olduğunu Oğuz Işık’ın akışkan kavramsallaştırma dediği şeyle anlayabilir miyiz? Kesmiyordu çünkü, daha çok bir kesişim kümesi yaratıyordu. Keskin ve imkânsız sonuçları olan kimlik politikasından, eşitsizlikle çakışan sınıf arasında bir yol çiziyordu. Sınıfı, somut bir kategori haline getirmek gerektiğini söyleyerek muhakkak. Çünkü bu yolla, eşitsizliğin izini sürmek mümkün oluyordu. “Nerelerde, ne ölçüde çakıştığını gösterebilmek için öncelikle sınıfı operasyonel, ölçülebilir hale getirmek gerekiyor.”[3] Bütün bu sınıfsal şemaların ötesinde, temel meselenin eşitsizlik ile sınıfsal şema arasındaki örtüşmeye bakmak olduğunu söylüyordu. Söylemiştim, kesişim kümesi… Çünkü burada bir çakışma kadar, bir örtüşme vardı. Bu örtüşmeyi, sadece kümeleri kesiştirmekle tespit etmediği için bunu sistemsel ve toplumsal bir mesele olarak kuruyordu Işık. Toplumsal sorunların, bireysel adımlarla, hislerle, çözümlerle sonuçlanamayacağını anlattığı için bu kavramsal ve hareketli kitap çok şey anlatıyordu. Çünkü buraya nereden geldik sorusunu, boşlukta bırakmıyordu. Küresel eşitsizlikten, piyasanın kendisine dönmenin kat edilebilir bir yol olduğunu göstermesi bakımından katman katman açıyordu.
Eşitsizlik, sadece kendinde bir eşitlik sorunu değildi. Evlilikten piyasaya, kazanmaktan kaybetmeye, tüketmekten, borçlu hanelere, kadınlara, borçlanma çağına, kreditokrasinin bizatihi kendisiyle ilişkiliydi. Gıda harcamaları söz konusu olduğunda “Hem kardeştik, hem de değil.” Eşitsizliği göstermek, yani sadece açıklamak değil ayrıca anlamak için istatistiklere, verilere, insanı sanki hiç yaşamı yokmuş gibi dünyadan soyutlayarak rakam haline getiren sayılara başvurmak bir yol değildi aslında, çoğunlukla belki böyle yapılıyordu. Ama insanın, o istatistiklerden ve sayılardan taşan bir gerçeği vardı. Eşitsizliğin hukukunu, sadece iktisadi verilerle değil, musluk suyuna bakarak, mutfağa bakarak, yani hanenin kendisinden içeri girerek anlatmak mümkündü. Eşitsizlik Kitabı, bu evden içeri girmeyi, o evliliğe kulak kesilmeyi, çocukları dinlemeyi, genç yoksulluğuna ayrıca bakmayı seçiyordu. Yani bir eşitsizlik kavramı ve soyutlaması değil, bizatihi onun içinden horizonlar açıyordu. Kimin ne yediğine, ne kadar yediğine, hangi ev eşyalarını alabildiğine, nasıl iletişim kurduğuna, kantinden restorana bakmadığınızda, eşitsizliği sanki hepsi aynı ve bir olan bir çuvala atıyor oluyorsunuz. Halbuki eşitsizlik, tam da bu yaşama biçimleri ve tercihleri, iradeleri, yetinmeleri ve yetinmemeleri üzerinden anlaşılabilir. Hepsi bir değil, hepsi ayrı ayrı biricik eşitsizlik biçimleri olarak.
Türkiye’de eşitsizliğin bir toplumsal kırılganlık ve dayanıksızlık sorunu haline geldiğini, sistematik olarak toplumun damarlarına yayıldığını, insanın yaralanabilirliğini ne kadar arttırdığını, onun dünyayı değiştirme gücünü elinden aldığını söylememek mümkün mü? Ama bir farkla: Eşitsizlik, sadece dünyayı değiştirme gücünü sakatlamakla kalmıyor, gençlikle yaşlılık arasında kurulan o korelasyonu da artık değiştiriyor. Çünkü artık dünyayı anlama kapasitesine de imkân vermeyen bir eşitsizlik içine doğuluyor. Eşitsizlikle karşılaşmak gerekmiyor, zaten eşitsizliğe doğuluyor. Hikâyeyi, buradan, siyasal bir mesele olarak ve eşitsizliğin anlatısını, eşitsizliğin analizine feda etmeden kuruyor Eşitsizlik Kitabı.
Burada Oğuz Işık’ın heyecan verici çözüm yöntemini anmamak mümkün mü? “Küçük şeylerin siyaseti”: Toplumu, birbiriyle ilişkisizmiş gibi kendi gettolarından ibaret görerek yardım siyaseti gütmek değil, toplumu birbiriyle yaşayan, ilişki ağlarını kurabilen, kendin gibi ve kendinden olmayanlarla da beraber ağlar içinde görebilme mahareti, o dayanışmanın kendisini örgütlemek. Yardım siyaseti değil, dayanışma politikası ile.
Bu örgütlemenin, eşitsizlik hukukundan eşitlik umuduna doğru yol almayacağını kim söyleyebilir? Selahattin Demirtaş mektubunda yazmamış mıydı? “Muhalefetin farklı şekillerde bir araya gelme girişimleri henüz yeterince kolektif umuda yol açmamıştır…”
Canan Kaftancıoğlu demiyor muydu? “Nerede olursak olalım çalışacak, çalışacak umudu örgütleyerek…”
Eşitsizlik hukukundan, eşitlik umuduna bir yol neden açılmasın? O yola hem de toplumsal olarak hep beraber çıkarsak… Çünkü hukuk aşılabilir, umut bulaşabilir.
[1] Oğuz Işık, Eşitsizlikler Kitabı: 2000’ler Türkiyesi’nde Gelir, Tüketim ve Değişim, İletişim Yay., 2022.
[2] A.g.e., s. 12.
[3] A.g.e., s. 51.