Tünel
Orhan Koçak

Maupassant’ın iyi bilinen öykülerinden “İki Arkadaş” şöyle başlar: “Kuşatma altındaki Paris açlıktan kırılıyor ve son nefesini veriyordu. Damlarda pek serçe görülmüyordu ve lağımlar bile nüfusunu yitirmekteydi. İnsanlar ellerine geçirebildikleri her şeyi yiyorlardı.” Louis Bonaparte’ın “İkinci İmparatorluk” Fransa’sı, bazılarına göre Prens von Bismarck’ın kışkırtmasıyla başlattığı 1870 savaşında Prusya önderliğindeki Alman ordularından hatırı sayılır bir dayak yiyordur. Paris halkının menüsünün esas itibariyle farelerden oluştuğu bir dönem.

Ama öykü bu genel görünümden sonra hemen iki arkadaşın bulvarda karşılaşmasına odaklanır, “Bu pırıl pırıl Ocak sabahında, kursağı boş, elleri üniforma pantolonunun ceplerinde yürümekte olan Mösyö Morisot, eski günlerden balıkçılık arkadaşı Mösye Sauvage’a rastlar.” Aslında “silah arkadaşıdır” bunlar, çünkü ikisi de devrim-sonrası Fransa’nın halk milisi olan Ulusal Muhafızlar’da görevlidir, Morisot’nun asıl mesleği saatçilik, öbürünün tuhafiyecilik. Savaştan önce her Pazar sabahı oltasını ve sefer tasındaki yemeğini yanına alan Morisot, trene atlar ve İzlenimci ressamların bol ışıklı yapıtlarından da aşina olduğumuz Argenteuil’de inerek Seine Nehri üstündeki Marante adasına avlanmaya gider. Sauvage ile de orada yakınlaşmıştır.

Ellerinde oltalarıyla yan yana oturup ayaklarını suya sallandırırlardı. Yıllar içinde çok iyi dost olmuşlardı. Bazı günler ağızlarını hiç açmazlardı. Bazen de sohbete dalarlardı. Zevkleri birbirine benzediği ve genel olarak aynı görüşleri paylaştıkları için, fazla konuşmaya gerek kalmadan çok iyi anlaşıyorlardı. Bahar sabahları saat on sularında, nehirden kalkan ince bir sis suyun düzgün yüzeyinde kayar ve yeni mevsimin güneşi iki mutlu balıkçının sırtını tatlı tatlı ısıtırken, Morisot arkadaşına, “Yaşamak bu, ha?” derdi. Sauvage da “Evet, yaşamak tastamam bu” diye cevap verirdi. Aralarında eksiksiz ve saygılı bir anlaşmanın oluşması için bundan başka bir şeye ihtiyaçları yoktu. Sonbaharda, batan güneş gökyüzünü ve ırmağı kızıla boyar ve tutuşmuş bulutlar da suyun yüzeyinde yansır, ufuktaki yangın iki dostun profillerini belirginleştirir, yaprakları daha şimdiden kızaran ve sanki kış gelmiş gibi titreşen ağaçları parıldatırken Mösyö Sauvage arkadaşına döner ve “Ne manzara ama, ha?” der, Mösyö Morisot da, “Bizim bulvara sabahtan akşama kadar açık ara fark atar” diye cevap verirdi.

Ama şimdi yazdan kalma bu parlak Ocak sabahında ikisi de kös kös yürüyorlardır bulvarda. Düşmanın ne kadar yaklaştığı belli değildir. “Balık avlarını hatırlıyor musun,” der Morisot, “ne günlerdi ama, ha?” Sauvage: “Acaba bir daha görebilecek miyiz?”. Bir bara girip birer kadeh absent içerler, sonra yol üstündeki bir başka küçük bara daha uğrayıp birkaç kadeh de orada atarlar. Aç karnına, iyice çakırkeyf olmuşlardır; birden, “Hadi, gidiyoruz!” der Sauvage. “Nereye?” “Nereye olacak, adamıza! Fransız ileri karakolunun komutanı Albay Dumoulin’i tanırım, bizim geçmemize izin verirler.” Bir sonra karayolunda yan yana yürüyorlardır (tren yoktur artık).

Köyü ve ağaçlığı geçerler, nehir yamaçlarındaki bağlara yaklaşırken absentin etkisi de azalmaya başlamıştır, birden donakalırlar: “Bu bomboş araziye bakarken iki arkadaşın da içi felç edici bir kaygıyla dolar. ‘Prusyalılar!’ İkisi de görmemiştir ama, [düşmanın] görünmez, kadiri mutlak varlığı birkaç aydır Paris çevresinde hissedilmektedir, yağmalayan, katleden, nüfusu açlığa mahkûm eden. Bu tanımadıkları fatihler ırkına karşı duydukları nefrete şimdi batıl bir dehşet de eklenmiştir.”

“Ya birden karşımıza çıkarlarsa?” der Morisot; öbürü, tipik, bastırılmaz bir Parisli umursamazlığıyla “Boşver,” der, “onlara bol pişirilecek balık [uğraşacak iş] veririz biz de!” Sonunda cesaretlerini toplar, bağların arasından, asmaların altından sürünerek nehre inmeye başlarlar. Kıyıya vardıklarında Morisot yere yatıp kulaklarını toprağa yaslar, hiçbir ses yoktur. Güven duyguları yerine gelmiştir, hemen avlanmaya girişirler. Talihlidirler, kovaları balıkla dolmaya başlar: “… lezzetli bir sevinç duygusuyla doluyordu içleri, belli bir zevkten çok uzun süre yoksun kalıp da onu yeniden bulduğunuzda hissedeceğiniz türden bir sevinç. Müşfik güneş omuzlarının arasını ılıtıyordu. Hiçbir şey duymadılar, hiçbir şey düşünmediler; sadece balık tutarlarken dünyanın hareketi de durmuştu.”

***   

Maupassant’ın natüralizmindeki kadercilikten, uzun süreli hastalığının etkisiyle sonlara doğru iyice artan karamsarlığından fazlasıyla söz edilmiştir. Bu şemaya göre, her türlü haz, çok geçmeden mutlaka cezalandırılacak bir hubris’tir, en azından budalaca bir yanılsama. Natüralistin sevinç sarhoşluğunu her zaman sert bir ayılma bekler. Öykünün gidişine baktığımızda burada da öyle olduğunu inkâr edemeyiz. Bu katışıksız haz deneyimi, tepelerin ardında beliren dumanlar ve top gümbürtüleriyle kesilir. Morisot oltasının inip çıkan mantarına bakarken bütün barışseverler gibi öfkeyle dolar: “Hayvandan da beter bunlar!” “İşte sana devlet!” “Cumhuriyet asla savaş açmazdı…” “Monarşi yurt dışında savaş demektir, cumhuriyet yurt içinde savaş!” Böyle dostane bir tartışmaya dalmışlarken ortalık bir anda Alman askerleriyle dolar. Kıskıvrak yakalanıp manga şefi subayın önüne götürülürler. Komutan onlardan geçiş parolasını ister, söylerlerse serbest bırakılacaklar, yoksa hemen idam edileceklerdir. Artık ya vatanperverliklerinden, ya zaten parolayı bilmediklerinden ya da gelirken unuttuklarından (bu öykü Beckett’in olsaydı, en güçlü ihtimal üçüncüsü olacaktı) sesleri çıkmaz. Sadece, idam mangasının karşısına dizilirken, Morisot’nun gözü bir-iki metre ilerde duran balık kabına ilişir, balıklar hâlâ kıvıl kıvıl ve ışıltılıdırlar. Gözleri dolar. “Elveda Mösyö Sauvage” diye kekeler. “Elveda Mösyö Morisot!” Kontrolsüz bir şekilde baştan aşağı titreyerek el sıkışırlar. “Ateş!” Önce kısa boylu tombik Sauvage yere yığılır, sonra da uzun boylu sıska arkadaşı onun üstüne.

Maupassant’ı bilemeyiz ama öykülerin çoğu zaman intikamcı bir damarı vardır. Yerdeki balık kabını komutan da fark etmiştir. İdam yerinden ayrılırken kovayı emir erine uzatır: “Şunları hâlâ canlıyken benim için kızartıver, tadından yenmez!” Zavallı Sauvage’ın “biz de onlara kızartacak bol balık veririz” sözü, bir darağacı şakacılığıyla, mecazi anlamından tekrar düz anlamına iade edilmiştir.

Dünyanın hareketi kaldığı yerden yeniden başlar, ya da zaten hiç durmadığını, çünkü Tarihin Sona Ermediğini bir tek bu iki mutlu insan fark edememiştir

***

Şimdi, Flaubert’in bu en gözde öğrencisi, böyle bir yoruma (hubris/ceza) razı olur muydu? Evet, hubris anlamına gelen “umursamazlık/kibir” sözünü yazarın kendisi de kullanmıştır, Sauvage’ın beyhude cüretini anlatırken. Bitişte de zalim bir şakacılık (ya da şakacı bir gaddarlık) belirgindir. Üstelik, olay örgüsü de (yoksunluk-doygunluk-total yoksunluk) “Maupassant’ın kötümserliği” iddiasıyla bir çeşit suç ortaklığı içindedir. Oktay Rifat’ın en güzel şiirlerinden birindeki “Uçar kırlangıç ve akşama kalmaz düşer” dizesini hatırlatır. Hepsi bu mu?

Maupassant’ın hayat iştahından, hazcılığından, spor, deniz ve yelkencilik tutkusundan söz edenler de hiç eksik olmamıştır elbet. Frengiyle “akli melekelerini” yitirme sürecinde bile yazdıklarında bu iştahın güçlü ifadeleri görülür. Ama biz yazarın psikolojisini, hele hele bütün bu “ifade” sorunsalını bir yana bırakalım şimdi. Adorno, Minima Moralia’da, modern hayatın sahnelerini biraz uzaktan seyreder diyordu onun için, bunu da unutalım. Öykünün içine bakalım, hafifçe saklanmış bir halde, olay örgüsünün ve Tarihin Durdurulmaz Hareketinin altına düşen o katışıksız mutluluk imgesine mıhlanalım. Ve oraya götüren sapa yola.

Öykünün başında, Marante adasının Morisot için “idilik bir yer” olduğu belirtilir. İdil,[1] pastoral bir sahne ve onu anlatan şiirler, Oktay Rifat’ın “Latin ozanlarında” bulup da daha çetinini yaptığı gibi. Sanayi adına sadece değirmenin görülebildiği, sabanlı tarımın bile ancak yırtıcılığından arınmak koşuluyla görünmesine izin verilen, bütün eğlence ve zevke rağmen daha çok durağanlık ve kıpırtısızlık imalarıyla temsil edilen bir sahne. Hafifçe saklanmıştır ve aslında varlığını da kısmen bu saklanmışlığa borçludur: Tarihin hay huyunun berisinde ya da altında kalan şey (bu yüzden Lukàcs gibi Marksistler pek sevmezler ya da önemsemezler Bel-Ami yazarını). Bu bahiste Oktay Rifat’ı hatırlamamak çok zor, “Boş Arsalar”:

Hep öyle boştur o arsalar. Eksik dişler

Güler yüzünde mahallenin. Geçip giden

Yılların ardına düşünce neden sonra,

Anıların yurduna göçerler temelli.

İner pancurları aşı boyalı evin,

Kopar çinko boruları, balkonu çöker.

Dağılır kedilerle oğlanlar. Ufalır

Kancık bir köpeğin peşinde karabaşlar.

Kuyuların ağzı daralır, hendek dolar.

Yalnız dikenler büyür alabildiğine.

Isırganlar ve morumsu ballıbabalar

Azarlar ilkyazla, çiçeğe durur erik.

Düşürülmüş bir boncuk çocukluk zamanı,

Parlar mavi mavi, otların arasında.[2]

Oktay Rifat’ta ve onun yerinden baktığımızda Maupassant’ın öyküsünde bu “devinimsiz”, katışıksız mutluluk ânı her zaman çoktan geçmişte kalmış görünür; kuvveti de buradan geliyor gibidir. “Akan zamanın” içinden geriye, “başka zamana” açılan hayali bir koridor, Alice’inki gibi bir tünel, sizi yavaşça harikuladenin evrenine iletir. Burası öyküde bir yer, bir mekândır, Oktay Rifat’ta genellikle bir zaman, Edip Cansever’deyse ne mekânda ne de zamanda kayıtlı olan saf ihtimal, hiçbir zaman olmamış ama şu ânın berisinde, bir gölgelikte, her zaman olabilecek gibi bekleyen saf potansiyel. Hiçbir şiirinde bunu tam söylememiş, her şiirinde sadece bunu söylemiştir. Yine de: “Biliyorsunuz parkların / Sizi çağıran tarafları / İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı / Orada saklanıyor onlar / … / Bir duygu açlığıyla soluyarak / Parklara yerleşiyorlar … parkların / Onları çağıran köşelerine / … / Bir sıkıntı şiiri gibi / Sıkıntı / İşte / Tam orada duruyorlar.”


[1] Maupassant’ın ‘İdil’ başlıklı, muzip ve hafifçe müstehcen çok leziz bir öyküsü de vardır.

[2] Bu derginin okurlarının da -birkaçı dışında- yazarlarının da şiir sevmediğini, hele hele iyisinden hiç hazzetmediklerini bilmiyor değilim. Yine de “Bir Aşka Vuran Güneş”in ikinci yarısını okumamak gelmiyor elimden: “Öyle günler var, öyle anlar, hiç bitmeyen! / Nasıl bir ışık emmişler ki sevginizden, / Ansızın başka bir yüzle güzel, kopmuşlar / Büyük Irmak’tan, ayrı düşmüşler desteden, / Yağmışlar ilkyaz yağmurlarınca ve özlem / Açmış yaban çiçeklerini tarlanızda. / Ölümsüz günler onlar, bir hiçle beslenen; / Uzay ötesi ovalar, ayak değmemiş; / Başka bir mevsim, başka bir dal, başka yemiş. // Esrir kim bassa o toprağa ve kim tatsa / O yemişten. Balla dolar testi, açılır / Açılmayan kilit, çiçeğe durur badem, / Dolanır bilgelikle mutluluk yüreğe. / Ak bir bulut bekler üstünüzde havada, / Kuşlar iner, devinme birden bitiverir, / Çıt çıkmaz evrenden. İte ortadasınız, / Havuz, ağaç deniz, ne varsa size göre. / İşte aydınlık size göre. Kısarsınız / Güneşi, gökyüzünü yakarsınız. Neden / Sonra, Uzaklarda çektirilmiş bir resim / Gibi kalır aklınızda, gölgesiz, duru, / Küçük bir bahçede susar gibi yaparak / Karşılıklı gizemlere daldığınız gün.” – Susar gibi yaparak!