Temizliğe gelen kadına yemek vermek gerekir mi konulu twitter tartışması içimi öyle bir daralttı ki, bu kadar olur! Haklı olarak “memlekette neler oluyor, buna mı takıldın” diyebilirsiniz, ben de dedim zaten ama Bahçeli’nin Kılıçdaroğlu’na hasretini çekiyorsa kendisini de Selo’nun yanına gönderebileceklerini söylemesi bile uykumu kaçırmadı bu kadar. Herhalde “hayatın olağan akışı” nın dışında kalmışım.
Bahse konu tartışma, birinin temizliğe gittiği bir evde annesine öğlen yemeği vermediklerini söylemesiyle başladı. Yakınmıyordu ama bunun çok acayip bir şey olduğunu yazmıştı- herhalde “çok acayip değil mi sizce de?” demek için. “Annemin yevmiyesi 250 lira. Yani haftada 500 lira alıyor. Bunun içinde yemek yok. Ama tabii, mutfak, buzdolabı senindir, dilediğini ye diyorlar. Yalnız bu çift hep hazır yemek söylüyor, dolapta öyle yiyecek bir şey yok. Annem kendisine yemek hazırlamaya kalksa işleri kalıyor…”
Gelen cevaplar içinde epeyce bir bölüm, “yoo, acayip değil, yaptığı işin karşılığı para veriyorlar, yemek vermek zorunda değiller, bize yemek mi veriyor patron?” ve “misafirliğe gelmiyor, çalışmaya geliyor. Yemeğini evden getirebilir” diye özetlenebilir.
Yıllar önce, sınıf ve cinsiyet ilişkilerinin nasıl örüldüğünü (ve düğümlendiğini!) anlamaya çalıştığım bir doktora tezi yazmıştım (https://iletisim.com.tr/kitap/kadinlarin-sinifi/7935). Görüştüğüm ev hizmetlisi kadınlardan birinin sözünü unutmuyorum: “verdiği bir kuru para!” Bu kadın, Döndü, yaptığı işin karşılığının “bir kuru para” olamayacağını çünkü bildik anlamda bir işten fazlasının olduğunu hissediyordu. Mahrem alanda, evde gerçekleşen bir bakım işi yaptığını düşünüyordu, böyle olduğu için de karşılığı paradan ibaret olamazdı.
Çalışanlar açısından durum böyleyken, işverenlerin hiç biri bu işi bir bakım işi olarak tasavvur etmiyordu. Çünkü bakım işini kendilerinin yaptığını düşünüyorlardı. Hizmetli kadının yaptığı, kaba ve anlamsız bir işti; yerlerin silinmesi, lavaboların ovulması filan. Mutfakmış, yemekmiş, buzdolabı temizliğiymiş, evin düzeniymiş, bunları “kadına” bırakmıyorlardı. Bunu “ev işi-yuva işi ayrımı” diye adlandırmıştım o zaman. Kadınlığın iki farklı kipi- sınıfsal ayrımın evdeki tezahürü. Herkesin farkında olduğu, çalışanların becerikli ve “hanım” kadınlık tarifleriyle başa çıkmaya çalıştıkları bir ayrım.
İşverenler açısından yapılan işin anlamdan yoksun, tekrara dayalı ve kaba bir iş olduğu konusunda bir anlaşma olsa da, evdeki “kadın”la ilişkilerini düzenlemeleri farklılaşıyordu. Daha eski kuşaktan kadınlar bir tür maternalist strateji izlerken, meslek sahibi ve genç olanlar temassızlığı tercih ediyorlardı. İlkinde çalışma görünmezleşiyor, işçi işveren ilişkisi abla kardeş ilişkisi kisvesine bürünüyordu - ki ev işinin doğası bunu kolaylaştırır zaten. Ahu Öztürk’ün nefis Toz Bezi filminde, o kisvenin sınırlarını görmüştük: Hatun zam isteyip de Ayten Hanım ona ağzının payını verdiğinde.
Temassızlık ise başka bir hikâye. “Bence ideali neyi yapması gerektiğini bilip kendisi yapan kişidir. Eve geldiğimde her işin bitmiş ve temizlikçinin gitmiş olması en iyisi. Tarif etmek, kontrol etmek, ikaz etmek… bütün bunlarla uğraşmak, inanın bazen işi yapmak kadar yorucu olabiliyor.” Tam da Ayten Hanımın “abla”lığını pekiştirdiği yer. “Mahremiyetin yükü”. Bu farklılık, orta sınıf kadınlığın değişimine işaret ediyor tabii, bir yandan da evin değişimine ama. Ve mahremiyetin.
Ev işinin görünmezliği yeni bir şey değil, biliyorsunuz. Gün be gün yeniden ve yeniden yapılan bütün o işler, “çalışma” sayılmaz, sevginin doğal bir sonucudur. Kadınların kocalarına, çocuklarına, yuvalarına duydukları sevginin. Bu işleri ücretli biri yaptığında da görünmezlik devam eder, işçi işveren ilişkisini aile ilişkisi kisvesine sokmak, “kuru para”nın yanında eski kıyafetler, bayram harçlığı vb. vermek de bunun bir parçasıdır. Temassızlık hikâyesindeki görünmezlik ise, mutlak bir görünmezlik talebi: sanki öyle biri hiç yokmuş gibi olsun, temizliğini yapsın, parasını alsın, kaybolsun. Yemek yemesin, konuşmasın, sözleşmede ne yazdıysa o! Çünkü ilişki, yüktür.
Ama işte, sözleşme falan hikâye, verdikleri 250 lira yevmiye rayicin çok altında, sigorta falan tabii ki söz konusu değil, işverenin “kuru para” dışında hiçbir sorumluluğu yok! Muhtemelen içleri de rahattır, güler yüzlülermiş, “buzdolabından al” demişler (her ne kadar buzdolabında yiyecek pek bir şey olmasa da!). Tartışmayı başlatan kişi, bunun “güler yüzlü ve kibar bir şiddet” olduğunu isabetle belirtmiş. Temassızlığın şiddeti. Evden çalışan adamın kendi çalışma ilişkilerinde bu şiddetin neresinde durduğunu merak ettim.
Bu tartışma, bana öyle geliyor ki, eve gelen temizlikçiye kötü davranmaktan çok daha fazlasına açılıyor. Bir yandan, ev işinin bir “iş” olarak görülmesi, bu işkolunda örgütlenmiş kadınların yıllardır peşinde oldukları bir talep. Ev işi, iştir. Diğer yandan, evden çalışmanın yaygınlaştığı, evin de çalışmanın da dönüştüğü bir zamanda, bunu söylemek ne anlama gelir?
Sennett, kamusallığın çökmekte oluşunun semptomlarından birini, kamusal meselelerin mahrem meselelermiş, politik kategorilerin psikolojik kategorilermiş gibi görünmesi olarak tarif ediyordu. Peki, onun bahsettiği “mahremiyet ideolojisi” temassızlık olarak tezahür ettiğinde ne olur? Hem alabildiğine şahsi, hem whatsapp mesajı kadar uzak.
Bir egemenlik “tertibatı” olarak temassızlık, daha yakından bakmayı hak etmiyor mu?