Siyaset Yapmak
Murat Belge

Çağdaş demokrasilerde “radikal” diye nitelediğimiz siyasi parti ya da çizgiler, tanım gereği, kalabalık kitle desteğine sahip olmayan partilerdir. Bulundukları toplumda olağandışı gelişmeler olmadıkça bu durum pek değişmez. Hitler’in partisi yeterince radikaldi. Ama o günün Alman toplumunda, kendisini iktidarda bulacak kadar oy toplamayı başardı. Rusya’da yalnız sıfatı “Bolşevik” (çoğunluk) olan parti bu radikalizmini sürdürmekle toplumun ihtiyaçlarına en uygun cevabı verebildi ve böylece iktidar olabildi. Ama böyle olaylar seyrek görünür ve çok daha kabarık sayıda “radikal parti” iktidar denen yerin yanına bile yaklaşmadan hayatını sürdürür.

“Bolşevikler” dedim. Onlar, 1917 Devrimi içinde iktidarı ele geçirdiler. “Devrim koşulları” zaten apayrı bir toplumsal durum, beklenmedik olayların normal sayılabileceği koşullar bunlar ve onlar da zaten seyrek görünen durumlar. Yani “radikal” partiler, olağan zamanlarda siyaset yapan, toplumsal çoğunluğa genellikle “aşırı” ya da “yanlış” görünen ideolojilerine taraftar kazanmaya çalışan partilerdir. Bu nesnel koşullar böyle partileri iki siyaset yöntemden birini seçmek durumunda bırakır: bunların biri -ve muhtemelen daha sık başvurulanı- böyle bir partinin düşünsel temelinden taviz vermeyen bir siyaset izlemektir. Parti bu düşüncelerine sonuna kadar sahip çıkar, sarılır. Ama “radikal” dedik. Yani tanımı gereği, toplumda fazla taraftarı olmayan görüşler bunlar. Taraftarı olmasa da görüşlerinin “safiyeti”ni korur.

İkinci yöntem de normal olarak bunun karşıtı olacak. Şöyle: parti gene “radikal”. Ama belirli durumlarda kendisiyle aynı görüşleri paylaşmayan siyasi parti ya da çizgilerle özgül durumlarda, o durumla sınırlı işbirliği yapma opsiyonuna açıktır. Böyle yaparken amacı, siyasetin yapıldığı alanın engebelerini kendisi (ve toplum) için daha elverişli hale getirmektir.  Bunu yapmak için de o alana adım atması gerekir. “Siyasi pratik” düzeyine gelindiğinde karşımıza çıkan opsiyonlar bunlardır.

Genel bir giriş yaptım: dünyanın herhangi bir yerinde karşımıza çıkabilen (ve çıkan) konumlar.  Ama bu konuyu Türkiye’de malum anayasa referandumu üstüne konuşmak için yaptığım belli.  O tarihte Türkiye’de oluşan süreç bu dediklerime uyuyor ama tam da uymuyor.

İktidarda olan parti (normal ahvalde anayasa denen metnin en şiddetli taraftarı olması beklenir) “Anayasanın bazı anti-demokratik hükümlerini değiştireceğim,” diyor. Bu “hüküm”lerin ne olduğu ve yerlerine önerilenlerin neler olduğu apayrı bir tartışma konusu ve ben bu yazıda oraya girmek niyetinde değilim (ayrıca ele almak gerekiyor ve alacağım). Onun için, biraz soyut kalabilecek bir düzeyde, önce bunun “ilkesel”, “taktiksel” vb. mantığını konuşalım. İki genel (ve mümkün) tavırdan söz ettim. Belli ki “birinci” yöntem dediğim tavrı benimseyenler için seçim baştan belli: “Bizim burada işimiz yok.” “Yapacağız” diyenlerle bizim hiçbir düşünsel yakınlığımız yok. Tam tersi sözkonusu. Ben ona muhalefet etmek üzere buradayım. Onların önerdiği değişikliğin eksik, yanlış vb. olduğunu anlatmak olmalı benim siyasi varoluş nedenim ve görevim.

Böyle bir tavır mümkün mü? Mümkün. Haklı mı? Olabilir, ama ondan çok emin değilim. Siyasette durmadan “doğru çizgi” üstüne konuşuruz; ama siyaset böyle “tek yollar”dan oluşan bir şey değildir. Bir iki istisnai örnek dışında “gerçekleşmiş” bir “tek yol” stratejisi de bilmiyorum. O bir iki istisnai örnek de “tek yol”un doğruluğundan değil, koşulların elverişli olmasının sonucuydu. Diyelim sloganımız “tek yol gerilla” idi; Küba’da işledi. Her yerde denendiğini de söyleyebiliriz. Başka bir başarı örneği var mı?

O halde “ikinci” yönteme göz atalım. “Anayasayı değiştireceğiz,” diyenler “bizden” mi? Değil.  Vaat ettikleri değişiklik bizim bütün taleplerimizi karşılıyor mu? Hayır. Peki ne yapıyor? 12 Eylül Anayasası dediğimiz kâbusun bazı engellerini, rejimini korumak için koyduğu çeşitli “tedbir”lerin bazılarını tasfiye ediyor ya da yumuşatıyor.

Yani, bunların böyle olması olmamasından iyi. Böyle düşünen arkadaşlar durumu açıklayan bir slogan da buluyorlar: “Yetmez ama evet”. Burada “yetmez” kelimesi önemli: bu program benim programım değil; benim düşünceme göre ülkenin demokratikleşmesi için bunlar yetmez; ama bunlar olanı bir nebze iyileştirmeye yarar. O halde ben buna “evet” derim.

Benim bildiğim “siyaset” budur, böyle yapılan bir şeydir. Bence en önemli konu zaten “alanda” olmak. “Birinci” radikalizm örneğiyle uyuşmamamın başlıca nedeni bu. O “burnu havada” tavırla “dernek”, “kulüp” vb. olursunuz, ama “parti” olmazsınız. Parti siyasetin içinde olmalı ve ahalinin somut hayatı içinde elle tutulur bir rol oynamalıdır. Bu, radikalizmin entelektüel yalnızlığının da panzehiridir.

“Genel giriş” demiştim yukarıda. Bizdeki durumun buna uymayan yanları da olabileceğini söylemiştim. Farklılık “özcü politika” anlayışında. Siyaset, farklılık üstüne kurulur. Farklılık yoksa siyaseti olmasının bir anlamı olmaz. Ülkeden ülkeye, toplumdan topluma, bu farklılığın derinlik dereceleri değişir, değişebilir. Türkiye’de, “Türk modernleşmesi”nin özellikleri sonucunda “laik/Müslüman" ayrımı alabildiğine politize olmuş ve iki “kutup” arasındaki ilişki alabildiğine düşmanlaşmıştır. Bu durum gün geçtikçe gerginleşerek devam ediyor. Bu da iyi bir şey değildir. Böyle bir kutuplaşma üstüne kurulu bir toplumda siyasetin sağlıklı yürümesi de çok zordur. 

Sözkonusu anayasa değişikliği önerisi olayında bu etken de sorunsalın bir parçasıydı. Bir kesimin görüşüne göre “İslâmcı” denecek bir partiden iyi bir şey sadır olmasının imkân ve ihtimali yoktu(r). Değişikliği öneren bu partiydi ve onun her dediğine (ne dediğinden bağımsız olarak) karşı çıkmak gerekiyordu. Bu bir “öz biçme” eylemidir; hayatta her şeyin değişebileceği ve zaten değiştiği ilkesiyle çelişmektedir. Siyaset “değişmezlik” özüne değil, “değişme” ihtimaline dayanarak yapılır.

Bu tartışmada öbür görüşü savunanların “Değişti, değil mi?” dediğini işitir gibi oluyorum.  Yaşadığımız bu kısa (yakın) tarihten sonra, olaylar onları tamamen haklı çıkaracak şekilde gelişti. İşte Tayyip Erdoğan! İşte AKP iktidarı!

Tayyip Erdoğan bu anayasa tartışması çıktığında henüz bugün girdiği yola girmemişti. AKP iktidarının erken yıllarında yapılmış, “pozitif” denecek birçok olay da vardır. Dogmatik Kemalistlerin ne kadar payı oldu Erdoğan’ın bu yolu seçmesinde, bilemeyeceğim. Ama çok fazla olduğu kanısında değilim, çünkü bu yolun ona yüklediği hamuleyi canla başla, belli ki zevk alarak taşıyor.

O taşıyor da, birlikte yola çıkanlardan çoğu bayağı farklı yerlerde. Şu günlerde Madımak kepazeliğini kınamakla meşguller. “İslâmcı” ise onlar da “İslâmcı”. Demek böyle değişimler olabiliyor. Ve bütün olup bitenlerden sonra Erdoğan’ı desteklemeye devam eden hatırısayılır bir kalabalık olduğuna göre o cepheyi terk edip liberal demokratik değerleri savunmaya başlayan “İslâmcılar” karşıt cephede de bayağı “kıymete binmiş” durumda. Başta “başörtüsü”, bir zamanların uygulamalarını o zaman içindeyken savunmuş, desteklemiş olanların pek sesi çıkmıyor.

Sağlıklı bir toplum, herkesin “mutluyum” dediği, daha doğrusu öyle demek gereğini duyduğu bir toplum değildir. Ağzını şikâyet etmek için açan çok sayıda insan bulunan bir toplum “sağlıklı” sıfatına çok daha fazla yaklaşır.

Devamı var.