“Aşkın mezarını cana oydular”
Işıl Kurnaz

Başlıktaki bu şiirsel cümle, Mabel Matiz’in fiilen yasaklanan şarkısından. RTÜK Üyesi İlhan Taşcı, Mabel Matiz'in yeni çıkan albümündeki 'Karakol' isimli şarkının klibini yayınlamamaları için RTÜK'te müzik kanallarının tek tek arandığını söylemişti. Bu karar, büyük bir ihtimalle kanun devletinin şekli idari kararlarına bile konu olmadı. Yani ortada resmi bir karar olmadan fiili bir sansür işletildi. Hukuk devleti olamasak bile, kanun devleti olmak dahi bazen bu yüzden de önemlidir. Çünkü ortada hiç değilse resmi bir karar olduğunda, bu karara karşı birtakım yollara başvurulabilir, itiraz edilebilir, o kararının izi sürülebilir. Ama söz konusu siyasal iktidarın tercih ettiği bir yol olarak izi sürülemeyecek yeni fiili yöntemlerle toplumu tanzim etmek olduğunda, bu bir tür kaçak güreştir de aynı zamanda. Olmayan kararın nesine itiraz edip dava açabilirim? Olmayan bir kararın nesinin meşruiyetini tartışmaya açabilirim? Aba altından gösterilen sopa hukukunun nesini bir siyasal ve hukuki düzleme oturtabilirim?

Kitap yakmak, yayın sansürlemek, erişim engelleri, sosyal medya düzenlemesi görünümünde sansür yasaları bütün bu sürecin bir izdüşümü. Günışığı Kitaplığı’nın çocuklar için Çıtır Çıtır Felsefe serisindeki 7 kitaba, henüz çok yakın bir tarihte sansür gelmemiş miydi? Kitap yayınevlerinde poşetle satılacaktı çünkü Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, Günışığı Kitaplığı tarafından basılan Çıtır Çıtır Felsefe serisindeki kitapları "muzır" ilan etmişti. Kitabın açıkça satılması yasaklandı, kitaplar poşetlere konuldu ve satışı kısıtlandı.

Sansürün bir diğer görünümü aslında bir ikili ayrım. Ahmet Cemal, edebiyatın nasıl suçlandığını anlattığı makalesinde, yazının suçlanması ile yazarların suçlanması arasındaki bir farka değinir. Bu farktır ki aslında hep bir arada işlediğini düşündüğümüz sansürün, iki ayrı şiddet biçimi olduğunu gösterir. Yani hem yazıya, söze, şiire, esere uygulanan bir yok hükmü ve şiddet, hem de onun yaratıcısına, söyleyenine, yazarına, çevirmenine uygulanan ikincil bir şiddet. Telif hakları, sanırım sadece eserden doğan eser sahibi hakları olarak açıklanamaz. Belki bir boyutu da eserin bizatihi kendi haklarının olduğudur. Söylenme ve yayılma, izlenme, dinlenme, var olma yani eserin yaşama hakkı. Anlamının kat kat açılmasını sağlayan, dünyanın türlü çeşitli hallerini dünyanın yüzeyine seren yani eserin dünyayla konuşmasını sağlayan bir yaşama hakkı. Sansür, eserlerin yaratıcısına verilen bir ceza olduğu kadar, eserin kendisinin yaşama hakkını yok eden bir şeydir de aynı zamanda.

Madam Bovary’nin yargılanması sansür süreçlerinin tüm çelişkilerini de gösteriyordu. Madam Bovary’e, Flaubert’nin bir gazete haberinde okuduğu gerçek bir olay kaynaklık etmişti. Habere göre, bir köyde, bir taşra doktoru ile evli olan Delphine Delamere adında bir kadın, tekdüze hayatından sıkılmış ve başka ilişkiler yaşamak istemiş, kasabada kendisine yapılan baskıdan sonra da yaşamına son vermişti. Flaubert, aldatan kadın hikayesini bir kurguya dönüştürmüş ve Madam Bovary çıkmıştı. Ahmet Cemal’in sorusuna geri dönelim: “Bir gazete haberiyken ahlaka aykırılığı tartışılmayan Delphine’nin öyküsü, Madame Bovary olunca neden kıyametler koparır?”

Davanın savcısı Pinard, iddianamede Madam Bovary’de evli bir kadının başka bir adamla ahlaka aykırı vals sahnesinin kendisini nasıl küplere bindirdiğini anlatır, sonunda şu cümleyle: “Biliyorum, aşağı yukarı böyle yapılır vals, ama bu, ahlaka uygun olduğunu göstermez.”

Gerçeğin ne olduğu aşağı yukarı bu kadar sarihken, onu sansürlemek, onun izlenmesini, dinlenilmesini, okunmasını ve yayınlanmasını yasaklamak başka bir şey söylüyor aslında. İkili bir şiddet biçimi vardı muhakkak ama bir yandan da bunun kamusal bir boyutu var. Çünkü gerçeğin, hayatta var olanın, dünyanın kendi bildiklerinden başka bir halinin görünmesini istemiyorlar. Yasaklarlarsa sahiden yok olacağını düşünüyorlar. Yokmuş gibi yaparlarsa, belki bir gün gerçekten yok olur zannediyorlar. Bu toplum mühendisliğinin ucunun nereden başlayıp sonunun nereye varacağı bir mesele. Ama bir başka mesele de kendilerinden başka bir toplum tasavvuruna tahayyül olarak bile bu kadar kapalı olmaları. Sizin varlığınıza, isteklerinize, yaşam tarzı denilerek küçültülen ama bizzat yaşamın kendisi olan o şeye karşılar.

Biliyorlar, aşağı yukarı tam da Mabel Matiz’in klibindeki gibi yaşanır aşk. Zehra Çelenk yazmıştı: “Eşitlik ve rızaya dayalı aşkın, sevginin hiçbir türü kirli değildir.” Biliyorlar, çünkü sahiden böyle. Ama yine de üzerine basarlarsa, ezebileceklerini düşünüyorlar. Bu Sevgi Soysal’ın da yaşadığı bir şey değil miydi?

Sevgi Soysal, Yürümek’te, dünyanın bütün kadınlarını içine alacak kadar büyük bir kadını, 12 Mart Türkiyesi’nin çatışması üzerinden anlatır. 12 Mart’ı da yaşamış Sevgi Soysal’ın bu romanı, TCK md. 426 ve 427’ye muhalefetle suçlanır. 1803 sayılı Af Yasası’yla ancak serbest bırakılan roman hakkında, Meclis’te uzun tartışmalar yapılır. Birbirinden komik konuşmalarla Elâ’nın nereye yürüdüğü bir sorgulama konusu olur. Şimdi kullanacağım ifadenin kendisi dahi bir fıkra: Roman, af yasasıyla serbest bırakılır. Artık Elâ yürüyebilir.

Sadece edebiyat ve şarkılar değil, Türkiye’de 1932 yılından beri sinema için tutulan Sansür Karar Defteri’ndeki[1] başlıkları da hatırlatabilirim. Umumî terbiye ve ahlâk, müstehcenlik, argo, din, milli duygular, etnik hassasiyetler, komünizm propagandası, sınıfsal farklılıklar… Türkiye’de Basın Yasası’ndaki değişiklik paketinde TCK’ya eklenen bir maddeyle halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma diye bir suç icat edip 3 yıla kadar hapis istenmesi, bu kategorilerdeki istenmeyen bilgiler için işletilmeyecek mi? Ya da ondan hemen önce 6. Yargı Paketi’yle, fiyatlara ilişkin haber yapanlara yine 3 yıla dek hapis istenmemiş miydi? Buna göre, işçi ücretlerinin veya besin veya malların değerlerinin artıp eksilmesi sonucunu doğurabilecek bir şekilde ve bu maksatla yalan haber, havadis yayan veya sair hileli yollara başvuran kimseye üç aydan iki yıla kadar verilmesi öngörülen hapis süresi, "bir yıldan üç yıla" şeklinde değiştirilmişti.

Sansür hikayesinin, Türkiye’de ezel ebed bir oluşu olduğunu anlatmaya çalışıyorum sanırım, hukuktan şarkılara doğru uzanan, hayatın tüm veçhelerini içine alan, bir karadelik yaratan ve hepimizi onun içinde kaybetmeye çalışan bir siyasal davranış biçiminden. Bu davranış kipinin, bir tür nefret suçu olduğunu söylemeye de çalışıyorum. Yine de Çıtır Çıtır Felsefe Serisi poşete girince, bazı anne-babalar kitapevlerine girip poşetleri yırtmayı düşünmüştü. Mabel Matiz’in şarkısı bu fiili cebre rağmen onu ve hepimizi sevinçten ağlatacak kadar yayıldı, sarmalandı. O zarif teşekkür yazısında söylemişti: “İnsanın bütün hallerini dile getirmeye/ El ele tutuşmaya inatla devam”

Dünyayı bir sınır olarak değil, bir açık kapı olarak görebiliriz belki, insanlığın bütün hallerini bir yasak değil, bir imkân olarak. O zamana dek… Sansürü sansürlemeye, inatla devam.


[1] Bununla ilgili çalışma buradan indirilebilir: Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi, Ali Karadoğan, Ruken Öztürk, https://www.telifhaklari.gov.tr/resources/uploads/2022/03/18/Turkiyede-Sinema-Sansurunun-Tarihi-CILT-1.pdf