Türkiye’deki sol hareketlerin/hareketsizliklerin nerdeyse tamamında yer etmiş bir davranış biçimi var. Bu mecrada daha önce de değinmiş olabileceğim bir anekdotla özetlemeye çalışayım. Bir mecliste konu aşırı yemek ve obezlik meselesine gelir. Solculuk hayatına Dev Sol’da başlayıp ÖDP ile devam eden ve anlaşıldığı kadarıyla şimdi de TİP saflarında olan bir arkadaş, “zaten obezler de hep ABD’de görülüyor” der. Obezliğin aşırı yemekten çok yanlış yemekle ilgili olduğu ve ABD’den çok Türkiye’de ve Arap toplumlarında görüldüğü, başka bir deyişle mutlak yoksulluktan (açlık) göreli yoksulluğa (tıkınma) yeni terfi etmiş olmanın bir sonucu olduğu belirtilince bu arkadaşın konuya ilgisi derhal kaybolur, bakışları donuklaşır ve çok geçmeden başka bir hararetli söyleşiye geçer. Bir bela ABD’den (Batı’dan) gelmiyorsa bela sayılmıyor ya da ilgiye değer bulunmuyordur. (Aslında bu arkadaşım kötü beslenmenin, fast-food’un filan da zaten oradan geldiğini söyleyerek savını sürdürebilir ve büsbütün haksız da olmazdı. Ama o zaman da tavuk-dürüm meselesi ortaya çıkıyor.)
Bu tavrın Rusya’nın Ukrayna istilasından sonra solda daha da yerleşikleştiği görülebilir. Eskiden çoğu zaman şöyle bir şey vardı: Stalinizme değilse bile Putin rejimine karşı eleştirel olması beklenebilecek bir yazar, diyelim Evrensel veya Yeni Yaşam’daki yazısına “biz burada Rusya’daki çarpık sistemi savunacak değiliz” (veya “Putin’i savunmak bizden uzak olsun”) diye başlar ve “ama emperyalizmin/ABD’nin/AB’nin suçlarını unutamayız, unutturmamalıyız” sözüyle devam ederdi. Hıristiyanlıktaki İlk Günah gibi bir suçtu bu, sürekli artan ve “Batı”daki “burjuva demokrasisini” de bir hileye, hatta düpedüz komploya indirgeyen bir suç. İlk cümleden sonra artık Putin’den bir daha söz edilmez olur, yazı artık sadece NATO ile, Biden’la, Macron’la ve o sırada emperyalist kampın başında her kim varsa onunla güreşmeye başlardı. Ukrayna işgalinin beşinci ayında artık o ilk cümlenin de telaffuz edilmez olduğunu ve öykünün dosdoğru Batı’nın Rusya’ya saldırısıyla başlatıldığını görüyoruz. Bu versiyonda, Batı artık Rus işgalinin cezbedicisi/kışkırtıcısı bile değildir, çünkü işgali zaten kendisi başlatmıştır (bkz. Yeni Yaşam’da Murat Çakır’ın, Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül’ün, Birgün’de Ceyda Karan’ın köşeleri). NATO’nun Ukrayna’ya silah tedariki durdurulmalı ve Rusya’nın Ukrayna’yı yakıp yıkması devam etmelidir.
Daha öncesi de vardır ama en geç 90’lı yıllardan itibaren zaman zaman “Kızıl Elmacılık” ve son yıllarda da “Avrasyacılık” olarak adlandırılan bulanık akıntı içinde Türkiye’de sağ ile solun geniş sektörleri birbirine benzemeye başlıyor. Mesela, önde gelen kavuk sallayıcılardan Haşmet Babaoğlu’nun şu satırlarına hangi Türk Stalinisti içtenlikle itiraz edebilir: “Evrensel değerler üzerine kurulu bir dünya algısının safsata olduğunu ağır ağır ve canımız fena halde sıkılarak öğreniyoruz. ‘Evrensel değerler’in dünyaya değer vermediğini… ‘Evrensel insan hakları’nın herkesi insan saymadığını… Evrenselciliğin ‘evren’inin nihayetinde Batı’dan ibaret olduğunu görüp anlamak için paha biçilmez bir tecrübe (Sabah 25/3/2016).
Bu cümlelerin sadece köy kahvesinde veya Ülkücü çevrelerde veya aktroll mahfillerinde onay göreceğini düşünmeyelim: “Realist” Uluslararası İlişkiler Teorisinin de belki biraz kaba ama sadık bir özeti olan bu cümlelerin benzerlerini diplomat-tarihçi E. H. Carr’ın Yirmi Yıllık Kriz, 1919-1939 kitabında da bulabiliriz, onun pek sempatiyle bakmadığı Hitler’in Kavgam’ında da. Her yerde sağın ve son zamanlarda solun da bir tür “kendiliğinden ideolojisidir”, üzerinde çalışılması, düşünülmesi gerekmez, hatta düşünmemek, kurcalamamak daha iyidir, nefes alırken düşünüyor muyuz. Bu Realist Teori Balıkesir’deki bir kırtasiyeciyle İstanbul’daki bir psikiyatrı ortak bir zeminde buluşturur. İkisi de sabah daha gözlerini açmadan milliyetçi/Kürt düşmanı Karar gazetesinin hiç tanımadıkları ve tanımayacakları dış politika yazarı Mensur Akgün’ün köşesini okumadan hatmetmiş gibidirler. Şehir Kulübünde, balıkçı barınağında, Cuma’da, Ankara Mülkiyeliler Birliğinin bahçesinde, avukat yazıhanesinde, dergi bürosunda veya hastane koridorlarında ayaklı köşe yazıları olarak güne devam ederler.
Dünyanın birçok yerinde ama anketlere bakılırsa galiba en çok bu ülkede, Batı düşmanlığı paradır. Para eder, kazandırır anlamında değil (ama kazandırabilir de), Marx’ın para tanımındaki anlamıyla: her şeyi birbirine eşitleyen evrensel eşdeğer. Birbirinden çok farklı nitelikler, emek türleri, ürünler ortak bir para birimi aracılığıyla birbiriyle ölçülebilir ya da birbiriyle “konuşabilir” hale gelir. Ayvalık’ta veya Dikili’de tatile gelen kırtasiyeci ile psikiyatrın gazete bayiinden bir Cumhuriyet, bir Sözcü, bir Aydınlık, bir Yeni Çağ veya bir Birgün istemesine bile gerek yoktur: Vatan Partisi ilçe yönetim kurulu üyesi olan bayi, “gözünden tanıdığı” tatilciye bunlardan birini veya birkaçını kendiliğinden uzatacaktır. Ankaralı anti-evrenselcimiz, Chongkin’de, Columbus-Ohio’da, Peşaver’de, Mexico City’de, Kuala Lumpur’da veya Graz’da da hiç yadırganmayacak bu tavrının son derece “evrensel” çünkü internetle kolaylaştırılmış bir düşünüş biçimi olduğunun farkında mıdır, ya da buna ne anlam veriyordur?
(Ama bizim taze NATO’cularımızın ve benim gibi anti-anti-Batıcıların unutmaya teşne olduğu bir şey var: hiçbir fantastik kurgu sadece palavradan yapılmamıştır. Hepsinin merkezinde ya da şurasında burasında katı bir “gerçek” parçası vardır: fantezi, o çok haz veren komplo teorileri, Üst Akıl, bu katılığın çevresinde veya uzantısında tatlı arabesk şekiller halinde ortaya çıkar, saçaklanır, örgütlenir, katılaşır. Ama hiç marjinal olmayan bir “İlk Günah”, kendini çeşitli tarihsel konfigürasyonlar içinde sürdüren bir kökensel ve yapısal çarpılma vardır. Kolonyalizmin ve emperyalizmin hem hedef aldığı topraklara/topluluklara verdiği onarılmaz zararın dokusunu bazı Afrikalı yazarlardan öğreniyorsak eğer, projenin kendi nihai beyhudeliğini de Conrad’ın Nostromo’sundan izleyebiliriz. Bu yetmez: Kolonyalizmin hedef aldığı insan topluluklarını da çarpıttığını, onları geçmeyen bir mağduriyetten sürekli haz payı almaya ve böylece bir ahlaki yetersizliğe mahkûm ettiğini anlamalıyız. Cezayir’de Bin Bella’dan sonra FLN’nin tarihi, belki tahlillerinde değil ama stratejik öngörüsünde Franz Fanon’un çok haklı çıkmadığını hissettirmektedir.)
***
Geçen yüzyılda Çin-Sovyet anlaşmazlığının sertleştiği 60’lı, 70’li yıllarda Türkiyeli sosyalistler arasında “Ho Şi Minh tavrı” diye yüceltilen bir yaklaşım vardı. Buna göre nasıl Vietnamlı komünistler bu çatışmada bir taraf olmayı, bir fikir beyan etmeyi reddedip “kendi devrimlerini” geliştirmeye odaklanıyorlarsa, bu ülkenin komünistleri, devrimcilerini de Çin ve SSCB üzerine düşünmeyi, sorular sormayı bir yana bırakıp zihinsel ve maddi enerjilerini “kendi devrimlerini” yapma işine hasretmeliydiler. Ama burada bir yanlış vardı: Vietnam’ın pek tarafsız olmadığını, Çin’den çok SSCB’ye yakın olduğunu bizim Türkçü solun dışında herkes görebiliyordu. Olsun! “Ho Şi Minh tavrı” bize düşünmemek, kafayı zorlamamak için çok zevkli bir bahane sunuyordu.[1]
70’lerin sonunda Çin Vietnam’a fiilen saldırınca bu terimi sahiplenmek de anlamsızlaştı. Ama düşünmekten, açıklamaktan, yorumlamaktan ve yargılamaktan kaçınma tavrı sürdü, bilmemeyi yücelten çeşitli rasyonalizasyonlarla birlikte. Türkiye tektir bu konuda: tıpkı 1930’larda Gulag’dan bihaber kalınması gibi, 70’li ve 80’li yıllar boyunca da Kamboçya’daki “ölüm tarlaları” bir tek Türkiye’de bilinmedi, konuşulmadı. Kuzey Kore’deki hanedan komünis-zmi bir tek bizim Ortodoks sol içinde mizah konusu olmadı.1989’da Berlin Duvarının yıkılması da bakışın SSCB’ye çevrilmesini sağlamadı: emperyalizmin yaptırdığı bir karşı-devrimden ibaretti (bugünlerde yine bkz. Yeni Yaşam’da Murat Çakır’ın yazıları). Gerekçe hep aynıydı: “komünist” dünyanın sorunları üzerinde uzun boylu durmak sadece ABD ve Batı emperyalizmine yarardı. Zaten bu konuda düşünmek isteyen devrimci için de muteber kaynaklar yok değildi, mesela 70’li yıllarda TİP bünyesinde Orhan Silier kardeşimiz tarafından yönetilen Bilim Yayınları’nın kitapları, Çağdaş Troçkizm ve Karşı-Devrimci Özü (1978?) gibi. Ve buna benzer öğretici, besleyici materyal. Öte yandan, 75-76 yıllarında Birikim dergisinde de “anti-Stalinizm, anti-komünizmdir” tezinin savunulduğunu hatırlıyorum.
Ya bugün? Türkiye solu, Putin rejimi ve dayandığı sosyoekonomik yapı üzerinde düşünüyor mu? Daha önce SSCB’yi “sosyal-emperyalist” olarak tanımlamış bir kesim için burada pek bir sorun yok: “Biz Sovyetler Birliğinde zaten Kruşçev döneminde bir karşı-devrim olduğunu ve ondan sonra da bir daha hiç sosyalizme dönülmediğini söylemiştik” diye işin içinden sıyrılmayı deneyebilirler. Oysa zaten 60’ların SSCB toplumuna dair bir tahlilleri de yoktu; Stalin-Kruşçev-Brejnev dönemlerinin yapısal sürekliliğini tartışmaya da yanaşmıyorlardı. Eğer “karşı-devrim” Kruşçev’in Stalin’i suçladığı 1956’daki SBKP 20. Kongresinde “meydana geldiyse”, o zaman 1989-91 üzerine iyi ya da kötü bir şey söylemenin de gereği kalmıyordu. Her şey zaten çok önce olup bitmişti. Okuma ve düşünme mecburiyetinden yine kurtuluyorduk.
Sovyet ortodoks Marksizm-Leninizmine, Brejnev’e, Suslov’a, KGB’ye bağlı kalmış çevreler (Perestroyka ve Glasnost’u asıl karşı-devrim olarak görenler) içinse Putin, evet, bildiğimiz ve sevdiğimiz anlamda komünist değildi ama SSCB’nin “bütün” mirasının da bekçisi, kayyumuydu. Rusya’yı “kapitalist” olarak sınıflandırmak yanlıştı; Ceyda Karan’ın belirttiği gibi, “Giren çıkan sermaye miktarıyla analizler yapılabilir. Ancak üç beş Rus oligarkın servetleri, yatırımları yahut yaptırımlar adı altında yurt dışına kaçırılmış paralarla sağlıklı bir resim çıkmıyor[du]” (Cumhuriyet, 10/3/2017). Bu yazar eski soldan gelmiyor, ama yaklaşımı “sermaye ihracını” emperyalizmin başlıca ölçütü olarak gören Korkut Boratav gibi eski solcular tarafından da paylaşılıyor gibidir.[2] Ekonomizm konforludur, mesela Kürt meselesine (hayır, özellikle Kürt meselesine) “duygu” ve “öğrenme” yatırımı yapma külfetinden de korur bizi.[3]
***
Böyle böyle Türk solu ve galiba Kürt solu da (Ermeni solu için aynı şeyi söyleyemiyorum) emperyalizmden, NATO’dan, ABD’den ve “Batı’nın iki yüzlülüğünden” gözünü alamaz oldu. Mesela, herhalde solcu sayabileceğimiz ve Kürtler hakkında da olumlu bir “duygusu” olduğunu da bildiğimiz dış politika (aslında Ortadoğu) yazarı Fehim Taştekin tam “Tahran zirvesi” hakkında söze girmişken bir anda dümeni yine ABD’nin yapıp ettiklerine çevirir, biz de Kürtler, İran ve Rusya hakkında bir şeyler söyleneceği beklentisiyle yazıyı boşuna sonuna kadar okuruz. Türk solcusu Rusya hakkında o kadar uzun süre ağzını açmamıştır ki, tam konuşması gerektiği anda dili tutuluyordur.
Gözünü alamıyor, ama görüyor mu, kavrıyor mu? Bu negatif büyülenmenin ötesine geçip görece mesafeli bir betimleme/tahlil/açıklama/yorum işlemine girişebiliyor mu? (Şüphesiz, eski sevimli deyimle “kadrolar”dan söz ediyoruz burada. Demek belli bir donanımı, bir “dünya görgüsü” olduğu varsayılanlardan.) Dil engeli aşılmış olsa bile daha katı bir siyasal sansür geçerli olmuştur bütün bu süreç boyunca: “Batı” hakkında da SSCB veya Sosyalist Blok hakkında da Rusya veya Çin veya Doğu Alman kaynaklı olmayan her belgeye gözler kapatılmıştır. Sosyalist Blok’un içinden çıkıp Türk solu sansürünü de aşabilen Kundera veya Vajda’nın yapıtları küfür sayılmıştır. (Yalçın Küçük, Küfür Romanları). Öte yandan 80’li, 90’lı yıllardan çok daha önce, Türk solunda Yalçın Küçük veya Soner Yalçın türünden anti-semitlerin henüz mantar gibi bitmediği 60’lı yılların sonlarında sosyalist sola bir ucundan yanaşmaya kalkıştığımda yaşadığım “zihinsel, ruhsal çöl” duygusunu da unutamıyorum. Hele Behice Boran’ın (o sırada henüz okumadığım) Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna eleştirisini de düşünürsek… Çölde Sinan Cemgil gibi parıltıların da bulunmasına rağmen. Bugünlerde eski solcu ahbaplarımın peş peşe yayımlanan anılarını okuduğumda o çölün varlığına ilişkin bir eleştirel bakış şöyle dursun, bir farkındalıkla bile karşılaşmıyorum.
Bu okumama, düşünmeme kararlılığının sadece Ortodoks Marksizm-Leninizm için geçerli olduğunu düşünemeyiz. Bu mecranın okurları ve çoğu yazarları için de okuma ufku International New York Times, The Economist veya Liberation ile sınırlanmış gibi (TB’yi ve AB’yi bunun dışında tutmak zorundayız). Bilginin gazetecilik düzeyine oturması kadar, Batı’nın eleştirel akımlarına kapalı kalması da üzücü. Mesela geçenlerde bu ülkeye Rusya’dan Ilya Budraitskis adlı muhalif Marksist bir genç yazar gelmiş ve yeni TİP’e son zamanlarda katılan bir Troçkist çevre tarafından ağırlanmıştı. Rusya hakkında çok sayıda yazısı ve Muhalifler Arasında Muhalifler: Post-Sovyet Rusya’da İdeoloji, politika ve Sol başlıklı bir kitabı da (Verso yayınları) bulunan Budraitskis acaba yeni TİP’in eski Suslov’larına takdim edildi mi? Yoksa ortalık karışmasın diye aile içi mi tutuldu ziyaret? Ya da artık New Left Review okumayan (fazla solcu?) Türkiyeli eski New Left Review yazarı arkadaşlarım bu noktada New York Times’ın dışına uzanmaya hazır mı, hevesli mi? Üzücü şeyler, hep. Biraz da mahcup edici.
[1] Burada Türkiyelinin meşhur yabancı dil yetersizliği sorunu da vardı şüphesiz. Kaynaklara erişim imkanı çok kısıtlıydı. Ama bugün sorunun geride kaldığını söyleyebilir miyiz?
[2] Ama Çin’in de Rusya’nın da teknoloji ve silah ihracına ve altyapı yatırımlarına bağlı olarak kredi de ihraç ettiğini biliyoruz. Ne olacak şimdi?
[3] Bu zat, Express dergisinde İrfan Aktan’ın “Hocam, Kürt konusunda ne diyorsunuz” gibi bir sorusuna “Bu konuda ne duygum ne de bilgim var” cevabını vermişti. İrfan kardeşimiz de dergi yöneticileri de o söyleşiyi ve o sayıyı bulamamayı tercih etmişler. Ama bence “duygusu” olmaması iyi, ya bir de olsaydı!