Sol Üzerine (5)
Erdoğan Özmen

Sadece eşitsizlikler, yoksulluk, zulüm ve baskı, güç ve iktidar ilişkileri, yok sayma pratikleri, bu durumun yarattığı boğucu hava ve tümünün hangi biçimlerde ve nasıl aşılacağı ile sınırlı değil mesele. Aynı zamanda hayat ve ölüm, geçmiş ve gelecek, varlık ve anlam, birey ve toplum, ve insanlık durumuna ilişkin sorulara basit, kesin, kalıcı yanıtlar aradığımız zor zamanlardayız. En nihayetinde kendiyle birlikte her şeyi -doğayı, kaynakları, zihinleri, bedenleri, insanlığı- tüketmeden durmayacak, kusursuz bir makine gibi işleyen bir sistemin -kapitalizm bundan başka nedir ki?- içinde, giderek daha da ağırlaşan sorular bunlar. İyi ile kötü, hakiki ile sahte arasında ayrım yapmamızı sağlayan saf aklın bütün yordamlarını kaybettiğimiz, araçsal akla teslim olduğumuz bir zamanda başka nasıl olabilirdi ki zaten? Fiilen gerilediği ve çözüldüğü bir zamanda efendi söylemine yönelik talebin, tek seferde sorunları çözecek ve bütün yanıtları sağlayacak bir efendi arayışı ve arzusunun yerleştiği bağlam bu. Öylesine güçlü bir ihtiyaç ve dolayısıyla çeşitli biçimlerde dile gelen bir talep ki, söz konusu söylemin baştan çıkarmalarına kimse kayıtsız kalamıyor artık. CHP genel başkanı sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendini ısrarla benzer bir konuma yerleştirme çabası bunun çarpıcı bir örneği değil mi? Çünkü bir efendi konumundan söz almak, konuşmak ve hitap etmek için kendini zorladığı, bir efendi performansı sergilemeye, o performansa uygun davranmaya, o performansın sözcükleriyle konuşmaya çabaladığı ölçüde, mevcut siyaset sahnesinde hakikiliği/sahiciliği mesele edilecek en son kişi olmasına rağmen. Kendi sahiciliğinin altını oymuş olmuyor mu? O performansta ısrarın bedeli bir tür sahicilik/hakikilik kaybı, eğretilik oluyor bence. “Alevilik” tartışmaları filan, işte bu zemin üzerinde, bu performans anksiyetesi arka planında etkili oluyor, karşılık buluyor belki de. Mütevazi hayatı ve kişiliği ile söz konusu büyüklenmeci/tümgüçlü söylem arasındaki yarık ve uyuşmazlık bir sahtelik etkisi üretmiyor mu? Halbuki kendini bir programın/önerinin sözcüsü, bir ekibin ortak aklı ve iradesinin temsilcisi olarak ileri sürse ve konumlandırsa, ısrarla bir birlik, ortaklık ve işbirliğinden söz açsa, söyleminin gücü ve etkisi hiç olmadığı kadar artacak sanki.

                                                            ***

Sol üzerine düşünmek, benim için aynı zamanda kendim hakkında, dünyadaki yerim, sorumluluklarım ve yönüm hakkında, -kendiminki de dahil- ruhsal/bilinçdışı süreç ve güdülenmeler hakkında düşünmek olduğundan belki de konuyu bir miktar dağıtıyor, dağılıyorum. Dağınıklığı daha da artırmamak için somut durum ve olaylardan uzak durmaya çalışıyorum. Yine de çeşitli tezahürlerine çeşitli platformlarda rast geldiğim, çeşitli biçimlerde gündeme taşınan, tekrarlanan, aktarılan, saçaklanan bir örnekten/ezberden daha bahsetmek isterim. Türkiye’de ya da dünyada tanınmış ve çoğu artık hayatta olmayan  devrimcilerin (Che, Deniz, Mahir, İbrahim, Sinan…) bazı eylemleri ve kararlarının ne kadar hatalı olduğundan, bunlarla mutlaka yüzleşilmesi gerektiğiden, yoksa aynı hataları tekrar edip duracağımızdan söz açan -iyi niyetli!-tavırdan söz ediyorum. Yoksa, o hata ve yanlışlıkları, onların aslında ne fena ve cani insanlar olduklarının işareti sayan, böylece önemli bir keşifte bulunduklarını, müthiş bir analiz/değerlendirme yaptıklarını, cesaretle tabulara saldırdıklarını sanan, ve bundan şehevi bir haz alan  kötü kalpli, art niyetli, yer yer salaklık ölçüsünde sığ görüşlü insanlar değil kastım.           

Daha temel düzeyde, tarihin ve toplumun çizgisel ve mütemadiyen ileriye doğru akan bir zamanı ve amacı olduğuna, ve insanlığın “tarihin nesnel zorunluluğu ve yasaları” tarafından çoktan belirlenmiş bir evrime tabi olarak geliştiğine/ilerlediğine inanan temel bir sol bakış açısının semptomlarından söz ediyoruz aslında. Buradan devam etmek üzere.