Simlâ Sunay: İmkânsız Temsil (I)
Derviş Aydın Akkoç

“Sen, içi dolu dolu olan, içi başka türlü parlayan…

İçi sımsıkı, içi sürekli kararan… Katılıyor musun?”

(Necmi Zekâ) 

Simlâ Sunay’ın Yalancı İçin Bir Boşluk kitabındaki kışkırtıcı bir soru neredeyse tüm metni yörüngesinde tutmakta: “Yazacağım ama ilk cümleyi bekliyorum. Ne olmalıdır bir facianın ilk cümlesi?” Bireysel-tekil bir deneyimin sınırında, ama her an kolektif bir felakete de açılabilecek bir olay; bu olaydan yayılan, mecrasını arayan hisler, temsiline kavuşmak isteyen boşluklar… Ve tereddüt: “yazacağım ama…” Durduran ne: utanç, nafilelik, korku… Bir facia hakkında olduğu için mi tüm bu sıkıntılı bekleyiş: tıpkı müstakbel ilk cümle ve sonrasında onu takip edecek olası cümleler gibi bizatihi facianın kendisi de paramparçadır oysa. Üstelik facia kapanmış bir geçmişte değil, tam olarak şimdide; orada değil, buradadır; ilk cümlenin yanı başında, vazgeçilmiş, yazılıp silinmiş cümlelerin hemen berisinde...

Sunay’da felaketler hiyerarşisi yıkılmış, sağı solu bölük pörçük acı kalıntıları, kayıplardan kalan biçimsiz sızılar, irili ufaklı facialar kaplamış gibidir. Bu dilsel de olan, hatta belki en çok dilde açığa çıkan enkazda “ilk cümle” hiçbir surette herhangi bir facianın yükünü kaldıramayacaktır,  felaketi anlatma edimindeki riskten ya da acının dili felç etme ihtimalinden ötürü değil ama buradaki takatsizlik. Sözü derhal içinden çıktığı boşluğa gerisin geri püskürtecek olan şey hakikat değil, yalanın ta kendisi. Evet, yalancıya esaslı bir boşluk, kendini garantiye alacağı bir mesafe, konforlu bir uzaklık gereklidir, ama facialar iç bölgeyi fazlasıyla, tıka basa doldurmuştur.

Hakikate ifade kazandırmak, olaya çehre edindirmek için hile de kifayetsizdir; cümlenin ikna kapasitesini soğuracak, samimiyetine gölge düşürecek olan yalan şaibeye de galebe çalar, teknik hükümsüzdür: “Faciayı konuştursan yalan söyler.” Kesindir bu. Zira her facia başlangıçta dilsizdir, kendi başına, kendi kelimeleriyle konuşamaz, ancak konuşturulur o: ama ne hakla, hangi meşruiyet zemininde, nasıl bir temsil düzeneği içinde? Kurulacak bir cümle çift yöne açılan bir basınçla hem nesnesini hem de onu dile getiren failini –yazar, politikacı, şahit, akademisyen, tarihçi, gazeteci vb.- eşzamanlı bir biçimde ipotek altında alacaktır. Ama bir şekilde yazılacak, o ilk cümle, ilk günah, ilk suç işlenecektir, saklı ve belirsiz bir hazzın da refakatiyle: mesele bir facianın konuşturulamaması değildir sadece, facia susamaz da... Konuşturduğunda yalan, suskun bıraktığında sahtekârlık paradoksu: “yazmanın vebali büyüktür.”

***

Sunay’da ilk cümlenin doğumu anlamı ikiye ve fazlasına çoğaltarak mümkün olabilir ancak. Sesler seslere kırdırılır, görüntüler başka görüntüler içinde savruk dağınık eritilir. Şüphe yazma sürecinin yakıtıdır: ama bu şüphe de hakikatin değil, yalanın tılsımlı negatif gücünden ötürüdür… Öte yandan, Kafka’da olduğu üzere hakikati söylerken yalanı, yalanı söylerken hakikati söyleyen bir stratejiye bel bağlanamaz. Zira yalanın da hakikatin de mihenk taşı olan gerçeklik herhangi bir temsil düzlemine erişmeye imkân vermeyecek kadar tanınmaz haldedir. Yazı gerçeklik sigortasından yoksun bir biçimde hareket etmeyi göze almalı. Cümlelerin kırılması, kesilmesi gerekiyor, anlamın değil, sesin yüzeye vurması arzulanıyorsa başka bir yol yoktur. Bir kaybın, şimdiyi çepeçevre kuşatmış bir facianın, bir iç-daralmasının bastırılmış, bekletilmiş cümleleri dilin derisinde kabarcıklar halinde uç verir:    

“Asfaltın altında toprak. Asfalt yalancı. Toprak da üstünde asfalt olduğu için yalancı. Yalan bir kabullenişse. Toprağın altı kaya. Kayanın içi solucan. Bu yalan yerkürenin çekirdeğine değin gider mi gider. Adımcık. Bir çocuk yürüyor asfaltta. Onu görmesem gözlerim kaldırım aramaz. Dolu düşüyor. Dolu yağmaz, diyorum kendi kendime şimdi, düşer. Benim bakışımda yol. Benim bakışımda, bu dünyaya bir çocuk doğurmuş da onu bir yalanın üzerinde yürütüyoruz. Güven veriyor asfalt. Çamursuz ya. Çocuk okuldan dünyaya gidiyor. Dünyadan okula gidiyor. Benim için hep gidiyor çocuk. Dünyaya dönüyor demiyorum. Okula dönülmez. Böyle söylemek istiyorum diye değil. Bakışım, onu hep gidiyor yapan. Ve yalanı bir çocuğun altına serişim. Gitti. Diyemiyorum. Hep gidiyorda o. Bakışımı, bir filmden, bir fotoğraftan ayıran da bu. Çocuktaki gerçeklik değil. Bugüne kadar bildiğim ne varsa onunla baktığım için, varlığımda çocuk hep gidiyor. Altında yalan uzuyor. Benim yalanım o. Ben ona yalan diyorsam. Solucan için hepsi, biliyorum. Kayanın içinde tek bir solucan yok. Tek bir boşluk olmadığı için. Çok boşluk olmalı yeraltında. Solucan derken bütün solucanları diyorum. Çocuk derken o gidiyordayı. Ben ti-ren istasyonuna gidiyorum.”[1]

İnanmalı mı buradaki melankolik titreşimlere, tüm cümlelere sirayet etmiş, alttan alta işleyen suçluluk duygusuna:  asfaltın altında toprak, dilin altında facia, asfalt da toprak da, dil de cümleler de yalansa... Vüs’at O. Bener’de görülen bir tökezleme, kasıtlı bir düşüş ve içe bükülme jesti Sunay’da da görülür: “Gitti. Diyemiyorum. Hep gidiyorda o.” Cümleler muhataplarında –okurlarında- değil, öncelikle yazarında bir inançsızlık yaratıyordur. “Solucan derken” (evet solucan derken): demek kaçıp sıvışan, ele avuca gelmeyen bir fazlalık var. Ama önünde sonunda öznenin kendi yalanıdır, ferahlık bir haktan öte bir zorunluluktur belki. Sadeliği ya da mübalağasıyla “çocuk derken” bir kabulleniştir, ve bu kabullenişte anlaşılmak kadar inanılmak da hesap dışıdır: aslında apaçık ortadadır, yalan da hakikat de söylenemiyordur. Nitekim asfalt güven veriyor, yalanla mühürlü cümle ikna ediyordur, ikisi de “çamursuz”dur ne de olsa. Aktarılamayan, yüzeye çıkarılamayan, ancak işaret edilebilen bu olmayan çamur, facianın imkânsız temsilidir. Biraz vebalden, şimşek çakımı bir utançtan, yanıp sönen bir vicdandan da kimseye zarar gelmez elbette: “adımcık” ya da cümlecik. Adımcıklar –sayıltı misali cümleler- “çocuktaki gerçeklik” hakkında değil, onun etkileri hakkındadır; bu durumda yalan ve hakikat oyununa etkiler hattından katılmak kaçınılmazdır: gerçekliğin etrafından dolanarak adımlar atılabilir sadece, gerçeklik üzerinde herhangi bir hak iddiasından da vazgeçerek. Asfaltı çamurla, cümleyi nesnesiyle, acıyı kaybıyla, faciayı kendi varlığıyla buluşturacak olan yağmur da yağmayacaktır üstelik; dolu vardır, o da yağmıyor, şimdiye –yazının şimdisine- düştükçe düşüyordur:

“Dolu çatırdıyor tabanlarımızda, omuzlarımızdan seken. Taban bir avuç. Ayakkabı yalancı. Biz yürüyenler. Durup da sigara söndürür gibi tabanlarını kaldırıp doluyu ayaklarıyla ezenler. Sanki söndürmesek, asfaltta bir buz olup uzayacak. Dolunun fındık boyundaki yalanına varacak değiliz. Kalıcı değil. Öyleyse yalan değil. Serzenişte. Kar değil, yağmur değil ondan. Enderliğinden bu katılığı. Bir şey olacak ya. Sesiyle oluyor. Bakışım dolunun ardından. Gidiyorda korktu mu? Yok, tek kolunu kaldırdı, birkaç fındık yakaladı eldiveni. Konuşacak bir şeyleri oldu sıra arkadaşıyla. Dolu. Bakış ne cahil. Bütün bakışları diyorum.”

Sahiden bir şey olacak mıdır, belli değildir bu: ıslak bir serzeniş kalır geriye, boşlukta dönüp duran… Bir yoğunluk, katılık ve anidenlik olarak “kalıcı” olmayan dolu: ayaklar altında dağılıp kırılan sözün değil, sesin teminatıdır. Anlamın çatlakları arasından, deneyimin ve hafızanın perişan sokaklarından facianın sesine ulaşmak: gözden, ideolojik olanları da dahil tüm bakışlardan umut kesilmiş, sığınaklar bir bir çökmüştür: “bakış ne cahil.” Kabul. Ama ya o bitmeyen gürültüler, uğultular, işitilmeme ihtimalleri: yalan ve hakikatin azaplı diyalektiği bir başka faciada, aşk felaketinde bir imtihana daha girecektir; sesin sağlamasını yapmak; kazanmaktan ziyade kaybetmek, serzenişte bulunmak değil, yargılamak üzere…  


[1] Simlâ Sunay, Yalancı İçin Bir Boşluk, İstanbul: Everest Yayınları, 2021, s. 11-12.