Cihad Baban’la tanışmak nasip olmadı; tanışmadığım gibi, kitabını da bu yakınlara kadar okumamıştım. Böyle tanımama durumuna rağmen zihnimde onun hakkında olumlu bir izlenim vardı. Sanırım bu Hakkı Devrim’in hem bazı konuşmalarımızda hem de bazı yazılarında kafama soktuğu bir şeydi. Çok överek anlatırdı onu: olgun bir adam, değerli bir “değerlendirici” imgesi çizerdi. Bu da şu bakımdan ilginç: Bir zaman oturmuş, “Hitler” diye kitap yazmış birinden söz ediyoruz. Yazdığı da bir övgü. Buna rağmen, Hakkı Devrim’den gayrı Altan Öymen, Nail Güreli gibi yazarlar da ondan sitayişle söz ediyorlar. Herhalde bir bildikleri var; onu böyle “usta” diye sunmalarının birtakım akla yakın nedenleri olsa gerek. Gerçi o yıllarda -bildiğiniz gibi- Hitler hakkında övgü döşenen döşenene. Demek “liberal” Cihad Baban da kapılmış o günlerin modasına. Neyse, nihayet okudum Politika Galerisi’ni (tam adı için buna “Büstler ve Portreler” ibaresini de ekleyeceksiniz).
Evet, dengeli, ilkeli bir adam. Bu kitap ilk ne zaman yayımlandı, bilmiyorum. Benim okuduğum (Remzi’den çıkmış) 1970’e tarihlenmiş (ama 1946 ile altmışlar arasının anıları; “editör”, üç yılda yazdığını söylüyor); burada anlatılan süre hakkında şimdi çok daha fazla şey biliyoruz. Yani, yazıldığı sırada bunları okumak herhalde çok daha ilginç ve öğreticiydi, demek istiyorum. Aslında hâlâ da ilginç ama o zaman daha “taze”ydi.
Gelgelelim kitabı şu sıralar okumanın asıl ilginç yanı o zamanları anlatan kitabın bugünleri anlatan bir kitap gibi okunabilir olması. Nerede paralellik? Bir parti var, kendinden önceki yönetimin ne kadar “anti-demokratik” olduğu üzerinden siyaset yapıyor. Topluma başlıca vaadi demokrasi -sermayesi, demokrasinin kıtlığı.
Gel gör ki bu yeni parti yeni iktidar haline gelince eski dönem hakkında şikâyet etmeyi sürdürmüş, ama demokrasiye daha da kötü muamele etmiş. Bunun anahtarı da “tek adam” sıfatıyla tanıdığımız keyfiyet! “Tek adam” olma süreci, kalıpları sık sık benzeşiyor. Bugün, dün söylediğinin tam tersini söyleyebilme yeteneği gibi davranışlar, örneğin.
Ama bu konular netameli konular. Malum, sözünü ettiğimiz dönem 27 Mayıs darbesiyle son buldu. Olaylar arasındaki paralelliği vurgulamak, akla birtakım münasebetsiz yakıştırmalar getirebilir... mi? Türkiye’nin siyasi geleneği ve onun bugünlere de uzanan etkileri bu tür eğilimleri kökünden tasfiye etmemiştir. Tersine bunları olduğu gibi yeniden üretmeyi bir “vatanperverlik” ölçütü haline getirilmiştir. AKP iktidarının erken evrelerinde orduyu “vazife başına” çağıran dövizleri vb. gördük, hatırlıyoruz. Cihad Baban altmışları karakterize eden darbe övgülerini anlatmayı da ihmal etmiyor. Bunları yapanların ideolojik torunları bugünkü toplumdan silinmiş filan değil.
O dönem, bu dönem... benzerlikler. Çıkarılmamış dersler. “Çıkarılmamış dersler”? Ben aslında bu yazıyı “çıkarılmış dersler” üstüne yazmak niyetiyle yazmaya başladım. Ders çıkaran, bence Kemal Kılıçdaroğlu. Tayyip Erdoğan’ın kavga çıkarmak için özel bir vurguyla telaffuz ettiği “Bay Kemal”den dahi gülünecek bir yorum çıkarabilen Kılıçdaroğlu. Tayyip Erdoğan uyuyakalmış intikam duygularını bulmak, uyandırmak, harekete geçirmek üzere bütün detektörlerini çalıştırırken Kılıçdaroğlu insanların birbirlerini anlamalarının önemini ve gereğini vurguluyor. Erdoğan’ın intikam ethosuna karşılık Kılıçdaroğlu “helalleşme” söylemiyle geliyor.
Bu bana çok önemli geliyor, çünkü Erdoğan ve yakın çevresinin kavgacı politikası ve iktidar stratejisi Türkiye’de yaşayan insanların birlikte var olma isteklerini ciddi ölçüde zedeledi, yıprattı. Böyle bir bölünmenin bu toplumun tarihinde atılmış ciddi temelleri var. Sorumluluk makamlarında oturan sorumsuzların rastgele sağa sola savurduğu meşaleler bildik yaz yangınlarından beterlerini tutuşturabilir. Ekonomi, evet, içler acısı; ama bu provokasyonların yanında ekonomi hafif kalıyor.
Kılıçdaroğlu bunu anlıyor. Siyasette onun da içinde olduğu “taraf” ne gibi eylemleriyle bu barut fıçısını doldurmaya katkıda bulundu? Kılıçdaroğlu bunları da tespit etmeye çalışıyor. Onun için de “helalleşme” gibi siyaset söyleminde alışılmamış bir kavramı gündeme getiriyor. Var olan ideolojinin “hümanist” öğelerini harekete getirmeye çaba harcıyor. Bu çabasına çok önem veriyorum ve başarılı olmasını umuyorum.
“Altılı masa” siyasi literatürümüze girdiğinden beri “kim aday olacak?” sorusu da gündemin tepesine kurulup oturdu. Var olan güç ve nüfuz dengeleri, ayrıca süreçte oynadığı rol gereği olarak, bunun (yani adaylığın) Kılıçdaroğlu’na sunulmasının doğru olacağını düşünüyorum. Kılıçdaroğlu da bir süreden beri “birinci şahıs tekil” sesiyle konuşmaya karar vermiş gibi görünüyor. “Yapacağım” diyor ya da “hayır, yaptırmayacağım” diyor. Bugün var olan koşullarda bunu yadırgamıyorum. “Koşullar” derken anketlerde gördüğümüz sonuçları da hesaba katıyorum. Bugünden seçim gününe uzanan süreç boyunca Kılıçdaroğlu’nun yeni avantajlar kazanacağını umuyor, kazanmasının mümkün olduğunu görüyorum.