Seda’ya, kardeşime…
“Senin tatlı yaran gelir bende kanar ey savaşçı” diyordu şairlerin şövalyesi, senin için: sen hastanelerde delik deşik, sen tımarhanelerde dövüle dövüle şaşkın, sen çalışmaktan beli iki büklüm, ve sen ey hapishanelerde hafızası darmadağın, “neyle yargılandığını unutan” savaşçı, ey direnişçi; yeryüzünde bir tek, ama bir tek senin yaran bunca tatlıdır, efkâr da bundan, alfabenin mahcup düşmesi de bundan… Yaranın tatlısı olur mu diye sormamalı, olur elbet: sende zamanın gövdene ve ruhuna açtığı yaralar kör şiddetin panzeri, köleliğin duvarlarında bir çatlak… Senin yaran acının dizginlerini elinde tutar, hırçınlaşmasına, nobranlaşmasına mahal vermez, hüznün kine, haklı öfken nefrete dönüşmez, yalnızca sana has edan müthiş bir hünerle hıncı kapı dışarı eder, bir adım geri çekilir, dünyaya, söze, itiraza alan açar: yaran senden taşar, gidip sessizce birilerinde kanar; kelime olur, sitem olur, dert olur, mücadele olur, protesto olur…
Senin tatlı yaran şiirden fazlasıdır ey savaşçı: kimin haddine o fazlaya göz dikmek, felsefenin dili tutulur, yöntemler yolunu kaybeder, sokaklarda, dağlarda ve Pasifik kıyılarında sanatın yüzü düşer, düzen siyaseti boyuna homurdanır, dinler tükenir, ve muktedirlerin iki dudağına zincirlenmiş yasalarsa ancak yalan söyler… Kimse ama kimse erişemez, kimse dokunamaz o fazlaya… Vakti gelince, otların altında çıtırdar, sesini salar dünyaya… Belki… Keşke…
Senin dört duvar arasında bir yıldız gibi için için sönen hafızan hürmetkâr bir evrendir; varlığı kendi içinde yeniden doğuran: ama doğum da varlık da dile gelmez, gelemez, gelmesin de, daha iyi, yeter ki o tatlı yaran kanasın, kanasın… Akşamüstlerinde, kesilmiş uykularda, bir cümlenin orta yerinde, haber bültenlerinde konuşulurken, borsalar dalgalanıp savrulurken, iki âşık birbirine bakarken: senin tatlı yaran, haktan öte, yasadan beri; diz çöktürmeyen, susturmayan bir hakikattir ey savaşçı… Hakikatinin bereketli toprağında boy atan zarif iniltilerin inatçı ağaç dalları gibi camlara çarpar, soluğunla balkonlarda usul usul reyhanlar büyür, derin ve karanlık susuşun tren raylarında bir parıltıdır, ürperterek uzar gider; sıvacı kuşları gibi titreyen bakışınsa tüm zamanları taşır heybesinde, ve hırpalanmış bir halkın ruhu ve özlemi senin silinip sonsuzluğa karışan her hatıranda durmaksızın çoğalır, uçsuz bucaksız genişler…
Senin unutuşun büyük ve sakin bir hatırla(t)madır ey savaşçı; hatırlatırken asla kızmaz, darılmaz, hiç ama hiç buyurmaz. Unutuşun çatladı çatlayacak bir tohumun çağrısıdır, hayattan yılmışlara, aşağılanıp hakir görülmüşlere, inkâr edilmişlere, umudunu yitirmişlere, parça parça delirenlere, aç biilaç yatanlara kararlı bir çağrı: çökse de zamanın kara bulutları tek tek her yüreğin semasına, o “güneşi bol ülke” hâlâ ve daima imkân dahilindedir, Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e nazlı ve kudretli bir rüzgârdır unutuşun…
Hakikati silmeyen, aksine yeniden ve daha narin harflerle yazan unutuşun ortalığı velveleye vermeden hatırlatır. Dünyanın teninde sarısı ve moruyla bir süsen çiçeğidir unutuşun ki, Bir’i İki’ye çoğaltarak, şimdiyi geçmişe, geçmişi geleceğe düğümleyerek; hurdası çıkmış kentlerde bir salgın gibi yayılan yalnızlıkları şehrin ötelerine taşıyarak, hatırlatır:
“Dünyanın bütün ağaçları bizimle, bütün taşları
Bizimle, bütün soluk kadınlar.
İnerler haçların, çadırların ve âyetlerin dibinden
Büyük mağarası açılır ölülerin,
Bütün kitaplar bizimle
Kadınlar bunun için doğurgan her yerde…”
Sen orada direndikçe ve yaşadıkça unutuşunun dünyaya ektiği çiçekleri kimseler koparamaz. Sen unutsan da adın bir nehir olarak kazınacaktır tarihin büyük ve çarpıntılı akışında. Güneşin kız kardeşi olan adın daima hatırlanacak, karanlıkta ışıyacaktır. Zira kutsal olanları da dahil bütün kitaplar seninle, yaşayanlar ve ölüler, yeryüzünün tüm ağaçları ve taşları seninle… “Çocuklar, kanayan kadınlar, kanayan kadınlar” seninle… Zindan duvarlarını dahi hüzne boğan unutuşun bir güzel başkaldırı, kötülüğe esaslı bir cevaptır; hakikati yalanla, adaleti intikamla takas edenlere, iktidar şarabından sarhoş olmuşlara, mülk budalalarına, mezar haydutlarına bir cevap: her ne olursa olsun bu dünyada ormanlar vardır, çam ağaçları vardır, kayaları delip geçen, özgürlüğüne susamış yapraklar vardır, ve unutuşun bir yağmurdur şimdi, iyinin de kötünün de, sözün de sessizliğin de üzerine yağan… Yağsın…