Fatsa Şeyi
Tanıl Bora

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 30 Temmuz’da Ordu'da konuşurken, durup dururken, Terzi Fikri’ye ve onun 1979-1980’deki Fatsa belediye başkanlığı deneyimine getirdi sözü: “Bu Ordu, terörün ne menem şey olduğunu gayet iyi bilir. Bu Ordu, Terzi Fikri'yi de iyi bilir. Onların bedelini benim Ordu’m çok ödedi çok ama artık böyle bir şey var mı? Yok.”

Nasıl bir şey? Neydi o, o yok olan şey? Bu yazıda onunla meşgul olmayacağım. Sadece, Fatsa’daki “şey”in, -ki dokuz aylık bir şeydir-, müesses nizama, yönetici sınıfa, egemenlere, devlete, milliyetçi-muhafazakâr zihniyete, ne şekilde tabir ederseniz artık, nasıl göründüğüne dair bir tanıklık aktaracağım. Birinci elden bir tanıklık: dönemin Ordu Valisi Reşat Akkaya’dan.

***

Bundan 42 yıl önce, 30 Ağustos günü yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısında Başbakan Demirel, Fatsa’da sürmekte olan operasyonu değerlendirirken, “olay”ı “Fatsa Cumhuriyeti olayı” diye tanımlamıştı. İşin henüz başında olduklarını, “bu meselenin yarım bırakılamayacağını” söylüyor, “Bırakılırsa yüz Fatsa çıkar” diyordu. 

Söz konusu operasyon “Nokta Operasyonu” adıyla 11 Temmuz 1980’de askerî birliklerin de katılımıyla başlatılmıştı, yürütücüsü vali Reşat Akkaya idi. Zaten Ordu’ya, bahusus Fatsa’daki “olay”ı, “şey”i “halletmesi” için atanmıştı.

***

Reşat Akkaya 2007’deki ölümünden sonra yayımlandığı anlaşılan Fatsa Şeytan Üçgeninde Bir Vali ve Sonrası adlı kitapta, bu operasyonu bir menkıbe gibi anlatır. Kitabın basım yeri ve tarihi belirtilmemiştir, arka kapağında Akkaya anısına yayımlanan eserin “Devletini ve milletini sevenlere ücretsiz olarak dağıtılmakta” olduğu notu yer alır. (Gayrı nizamî operasyon gibi bir kitap!)

Kitapta emekli vali birçok yurt ve dünya meselesi konusunda fikirlerini de serdediyor. Devlet-vatan-millet teslisi neredeyse üç cümlede bir tekrarlanıyor. Laikliğin kişiye değil devlete mahsus olduğunu anlatırken, “laiklik meselesini insanlarımıza yansıtmayan bir yapılanmaya gitmek” gibi veciz formüller var. “Her Türk milliyetçisinin altına imzasını atacağını” söylediği 12 Eylül’ün, 13 Eylül günü Haydar Saltık vasıtasıyla CHP’nin kontrolüne girdiği teoremini de, AKP ve Fethullahçı medyasından epey önce, Akkaya yazmış.[1] Bunları geçelim. Fatsa’ya gelelim.

***

Fatsa’daki “şeyi” Paris Komünü’ne nispet ederek açıklar Akkaya. Onun özgün ifadesiyle: “1848 ve 1871 yıllarında işçiler tarafından kamu hizmetlerinin devletten kopuk olarak Marksist bir yapıda belediye sınırları içinde yerine getirildiği bir komünal yapılanma” idi Paris Komünü. (“Kamu hizmetlerinin devletten kopuk olarak belediye sınırları içinde yerine getirilmesi” tanımını süzüp, “yani?” diyerek düşünme ödevi verelim: Burada “korkunç” gelen nedir?) “Fatsa Komünü” de, benzer bir yapılanmaydı. Akkaya kitap boyunca “Fatsa Komünü” tabirini, –bazen de “Fatsa Komünal İdaresi” –, defalarca kullanır.

Bu cürümün ve her nevi hıyanetin faili olan komünistler, Akkaya’ya bakılırsa, esas olarak kötü ve hasta adamlardır.  Bu kötü adamlar için komünizm bile araçsaldır aslında; komünizm, onlar için “gayelerine vasıl olmak için bir vasıtadan başka bir şey değil”dir. Komünistler, “Onlar yiyeceğine biraz da biz yiyelim” anlayışı içinde, “altın kaşığın sapının biraz da kendi ellerinde olmasını” isteyen tiplerdir. “Lambrozotik” diye bir terim uydurur Akkaya. Anlaşılan Mülkiye’de tahsil ettiği, pozitivist kriminolog Lambroso’nun “fıtraten suçlu” kategorizasyonuna iman etmiştir; komünistler, onun gözünde komünizme falan da inanmayan, doğuştan kişilik bozukluğuna sahip bir “psiko-sosyal yapı”nın mümessilleridirler.

Nitekim Fikri Sönmez, böyle bir mutlak kötü adam suretinde resmedilir kitapta. Ona “kukla,” der. Ama bir yandan da epey etkili bir faillik atfeder. Bir yerde, “Lambrozotik”vari bir akıl yürütmeyle, “kendi beynini kendisi yıkamış” ifadesini kullanır.

“Kızıl teröristler,” “kızıl militanlar,” “kızıl eşkıya” tabirlerinin cirit attığı Fatsa tasvirinde, doksan küsur kişinin “onun [Fikri Sönmez] yönetiminde Halk Mahkemelerinin kararı uyarınca katledilmiş” olduğunu ileri sürer – başka bir yerde rastlamadığımız, Fatsa “şeyine” kahretmeye adanmış propagandalarda bile telaffuz edilmemiş bir rakam.

Vali, Fikri Sönmez’in belediye başkanı seçilmesi için “aşırı solun bütün fraksiyonlarının Devrimci Yol bünyesinde birleştiğini” (böyle birleşme de memleket solunun tarihinde ne Fatsa’da ne Paris’te görülmüş bir şey) ve neticede “CHP’lilerin de kısmî desteği ile seçimi kazanmış” olduğunu yazar. Sonra. Devrimci Yol her şeye hâkim olmuştur. Akkaya, “devletin karaborsacılar ile hukuk içinde yapamadığı mücadeleyi…  komitelerin [mahalle komiteleri] kendilerine has zor metotları ile” yaparak sempati kazandığını, “halkın fiilen çalıştırılması ile pek çok hizmetin adeta maliyetinin altında hatta bazen bedavaya getirildiğini,” “Çamura son” kampanyasının “bir bakıma halka karşı zor kullanılarak yürütülen başarılı bir program” olduğunu anlatırken kâh yine ne demek istediğini anlamakta müşkülat çeker, kâh bir çeşit haset sezeriz.

Bir çeşit haset diyorum, zira Vali Fatsa halkının “şey”den memnuniyetinden söz eder, sinir içinde. Şöyle: “Ve tabii olarak halk da menfaatleri gereği bu olup bitenleri şuursuz bir şekilde tasvip etmiştir.” Halkı Terzi Fikri’ye rıza gösterdiği için açıkça suçlayan bir pasaj aktarayım, uzunca: “Esefle ifade etmek gerekir ki bu durumu kabullenen halk da adeta el ele vererek sonraki felaketlerini bizzat hazırlamışlardır. Terzi Fikri’nin bazı uygulamalarını benimseyen halk onu desteklemeye başlayınca ve devlet çarkı yerine onun düzenine hizmet edince devlet çarkı ikinci plana atılmış ve Terzi Fikri bu atmosferden yararlanmasını bilmiştir.” (Tekrarlar ve ifade bozuklukları orijinalde.)

***

Akkaya, CHP hükümetinin (1979 Aralık’ında düşmüştü) kurduğu Yerel Yönetimler Bakanlığı ile bu deneyimi bütün ülkeye yaymayı amaçladığı kanısındadır, bu arada! CHP Ordu milletvekilleri E.G., T. A. ve senatörü O.V.’ne, “Fatsa komünü”nün destekçileri olarak sürekli veryansın eder. (“Beyazıt kulesine kızıl bayrak çektiği söylenen” E.G., bilhassa hedefindedir.) Kriminal bir havada defalarca ad-soyadlarının ilk harfiyle kodladığı bu kadroyu 176. sayfaya gelince dayanamayıp açık seçik anacaktır: Ertuğrul Günay, Temel Ateş, Orhan Vural.

***

Reşat Akkaya, “Fatsa komünü”nün mücavir alanını tarif ederken, Fatsa-Aybastı-Gölköy “Şeytan üçgeni” adını koymuş olmakla övünür. “Hissikablelvuku” veya “predikşın”la (Türkçe yazımlı İngilizcenin Türkçesi: öngörü) “yaptırdığım” dediği Nokta Operasyonu ile, ona adeta komünizmin 1980’ler/’90’lar dönümündeki global mağlubiyetinin bir öncü vakası anlamı yükleyerek övünür. Şöyle hamdeder: “Komünizan komünal yönetime son verme şans ve imkanını bana bahşeden Cenab-ı Hakka ve Yüce Devletime şükran duygularıyla doluyorum.” (“Komünizan komünal” ifadesinin de altını çizelim!) Veya, şöyle (cümle düşüklüklerine takılmıyoruz): “Şunu iftiharla ifade etmek isterim ki, ben tarihin karanlıklarına gömdüğüm Fatsa Komününü örnek alarak masum insanların yaşadığı Fatsa’yı komünizan bir gayya kuyusuna atan ve pek çok insanımızın kanına giren kişilerin kurduğu bir komünist rejimi yıkmanın gurur ve zevkini her zaman ve her yerde yaşayacağım.” Ve: “Fatsa kurtarılmış ve Fatsa Komünü de tarihin karanlıklarına bir daha ortaya çıkmamak üzere gömülmüştür.”

***

Vali, “Harekâtımız adeta düşman işgali altında bir bölgedeki gibi teyakkuz ve dikkatle sürüyordu,” gibi ifadelerle anlatır Nokta Operasyonunu. (Kenan Evren’in, 12 Eylül müdhalesinin aslında 11-12 Temmuz’da yapmayı tasarladıklarına dair açıklamasına dikkat çekerek, 11 Temmuz’un Nokta Operasyonu’nun başladığı gün olmasını manidar bulur bu arada.) Gazetelerde harekâtın erken haber verilmesi, Ordu’dan gürültüyle hareket eden askerî birliğin ani baskın yapma şansını berhava etmesi gibi nedenlerle operasyonun umduğu sonuçlara varmadığından şikâyetçidir. Birkaç yerde, meşhur Muğlalı Sendromu’ndan yakınır. (Malûm, 33 köylüyü kaçakçı ve casus olduklarından şüphelendiği için kurşuna dizdiren, sonrasında bunun için yargılanıp hüküm giyen general - ve bu emsalden ötürü askerlerin yasadışı veya gayrı nizamî işlerden kaçınmasına yol açan “sendrom.”) Akkaya’ya göre Muğlalı, “görevini müdrik, cesur ve kahraman bir general olarak kendisine mevdu görevi çok başarılı bir şekilde yapmış”tır. Vali, komutanların askeri polis gibi ileri sürmekten, çatışmaya girmekten, askerlerin kanının dökülmesinden çekinmelerinden yakınır.

***

Alev Alatlı’nın –ki kendisi pek de “komünizan komünal” sempatileriyle bilinmez– 1994’te yayımladığı Valla Kurda Yedirdin Beni kitabında Reşat Akkaya’nın Fatsa mesaisini Osmanlı’nın kır serdarlarına benzetmişti. (Kır serdarlığı, 18.-19. yüzyılda taşrada eski askerlerden, eşraftan ve bilhassa eski eşkıyalardan devşirilen milis yönetimidir.) Akkaya bir yandan bu şekilde hedef gösterdiğinden şikâyet ederken, bir yandan da hoşlanır benzetmeden: “Siz komünistlerin tamamı o kıymetini bir türlü anlayamadığınız kır serdarlarına kurban olasınız.”

***

Milis benzetmesinin esas sebebi, Nokta Operasyonu’nda resmî güvenlik kuvvetleri dışındaki “unsurların,” esasen ülkücülerin, istihdam edilmiş olmasıdır. Edirne hapishanesinden kaçırılarak bölgede, özellikle Aybastı’da “şeye” karşı asıp kesen bir çeteden de bahsedilir.[2]

Bir de, güvenlik güçlerine hedef gösteren maskeliler vakası vardır, meşhur. Akkaya, bu vakayı istihbarat boşluğu nedeniyle “halkın rehberliğinden ve muhbirlerden yararlanma” gereğiyle açıklar. Ancak “Tarafsız bir kişiyi böyle bir hizmete sokmaya imkan yoktu, çünkü halkımız genellikle kesin sonuçları görmeden bu tür hareketler içine girmezdi,” notunu düşer – sanki bir gayrı ihtiyarî ‘sun’i denge’ bilinciyle! “Bu halde, hasım gruptan istifade edilecekti,”  sonucunu çıkartır. Hasım grup dediği, ülkücülerdir. (Başka bir yerde, bu taktiği şöyle açıklamaktan geri kalmaz: “Bir randevu evine, amiyane tavırla hovardayla veya parolası ile girilir. Bir kumarhane baskınında içerden adam temin edilir.”) Akkaya, “Ben şahsen bunların ülkücü gençlerden olmaları olayının üzerinde bile durmadım,” der. Ancak “bu adamların sabıka kayıtları incelenmeden işe sokulmaları” gibi bir hata yapıldığını teslim eder: “Sabıkalı oluşları operasyona da gölge düşüren bir unsur oldu,” diye hayıflanır. Ama yine de onlardan razıdır: “Bu çocuklar olmasaydı Terzi Fikri saklandığı yerde ele geçirilemeyebilirdi.”

***

Akkaya’nın “hasım grup”a muhabbeti derin. 1970’li yıllardaki “Türk milliyetçiliği harekâtına” bağlılığını belirtiyor. (Hareket yerine harekât demek de ülkücü jargona mahsustur; fakat tabii vali deyince başka bir anlamı da oluyor!) 1981’de Ordu’dan ayrılırken AP yöneticilerinin kendisine veda yemeği verdiğini anlatırken, “MHP’li arkadaşlar ise bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için böyle bir teşebbüse girişmemişlerdi,” diyor. Ancak Ankara’ya giderken Samsun hududundan sonra yola “MHP’li arkadaşlarımızın arabasına geçerek” devam etmiş, yanlış anlamaları fala boşvermişler. 1983’te yeni partiler kurulurken Türkeş’in MHP’nin misyonunu sürdürecek Milliyetçi Çalışma Partisi’nin genel başkanlığını kendisine önerdiğini gururla anlatıyor. Bir parti yöneticisinin yönetim işlerine karışmasına “gerek olmadığını” telkin etmesi üzerine hemen vazgeçmiş.

***

“Hasım grup”tan bir başka hatıratla takviye etmek istiyorum Akkaya’nın Fatsa hikâyesini. 1969’da kurulan Ülkü Ocakları Birliği’nin ilk genel başkanı İbrahim Doğan’ın bir buçuk yıl kadar önce çıkan anılarına başvuracağım.[3] 1970’te bir solcu hekimin öldürülmesi suçundan 24 yıl hüküm giyen Doğan, 1970’den 1974 affına kadar hapis yatmıştı. 1979’da Çorum’da hekimlik yaparken, Ramis Ongun ve Ahmet Hamdi Ayan’la birlikte Fikri Sönmez’i kaçırma planı yaptıklarını anlatır. Sebebini, “Fatsa’da tam bir komünist idare kurmuş, devleti dinlemeyen bir çıbanbaşı haline gelmiş” olmasıyla açıklar. Sonra yine gönülsüz bir ikrar: “Daha sonraki yıllarda görev icabı gittiğim Fatsa’da gördüm ki Terzi Fikri, yaptığı çalışmalarla gariban Fatsa halkının da büyük oranda desteğini almıştı,” Doğan, Fikri Sönmez’i kaçırma girişimi için 10 kişilik “asker kıyafetli bir tim” oluşturmuş, keşif yapmıştır. Neden vazgeçmişlerdir? Akkaya Ordu’ya atandığı için: “Allah yüzümüze baktı, bizim gitme kararımızdan birkaç gün önce Reşat Akkaya Ordu’ya vali olarak atandı.” Nokta Operasyonu değil, henüz sadece Akkaya’nın Ordu’ya atanmış olması, onlara yetmiştir.

1988’de İbrahim Doğan’ın uzmanlık mecburi hizmet görevi kur’ası Fatsa’ya çıkar. Anlaşılan tesadüfi bir kur’a değildir, zira, kitaptan okuyalım: “Fatsa’ya gittiğimde yanıma gelen istihbaratçılar, benim Fatsa’ya gelişimi kendilerinin organize ettiklerini söylediler. Fatsa’da geçmişteki sol hâkimiyetinin etkisini silmek için bana ihtiyaçları olduğunu söylediler.” Fatsa’da solun etkisini silmek için “hasım grubu” istihdam etme projesi belli ki hâlâ sürüyordur. Doğan, istihbaratçılara  “sadece doktorluk yapacağını” söylemiş – öyle yazıyor.

***

Sosyalist solda Fatsa deneyiminin, müsbet anlamıyla eleştirel analize yer bırakmadan efsaneleştirildiği doğrudur.[4] Yüceltme, somut deneyimi anlamaya-bilmeye ket vuracak raddeye varabilir bazen. Genel olarak, sol nostalji ve sol melankoli meselesinin bir parçası, bu. Doğrudur. Ne olursa olsun… müesses nizamda, milliyetçi-muhafazakar muhitte, nasıl tanımlayacaksak… dokuz aylık Fatsa deneyimini hedef alan bu kahriye, bu şeytanlaştırma, bu nefret… hem de Terzi Fikri’yi karalarken onun “gariban Fatsa halkının da büyük oranda desteğini almış” olduğunu teslim etmenin hasede de benzeyen bir garezle ikrarı… ve bu kin, bu unutmazlık… sadece bu bile… orada bir “şey” olduğunu söylemiyor mu bize?


[1] Akkaya 12 Eylül’den sonra merkez valiliğine çekildi, 1982’de re’sen emekli edildi. 1990’da Danıştay kararıyla mesleğe döndü. 1991’de suikast teşebbüsü atlattı. hemen ardından ANAP iktidarınca Giresun Valiliğine atandı, DYP-SHP koalisyonunda merkeze alındı. 2007’de öldü.

[2] Hasan Kaplan: Biz Güzel Çocuklardık. Su Yayınları, İstanbul 2018, s. 11.

[3] İbrahim Doğan: Akıldan Kaleme. Armada, Ankara 2022. Aktaracağım bölümler: s. 269-271, 325-328.

[4] Serinkanlı bir analiz: Kerem Morgül: “Fatsa, Sol Popülizm ve Yerel Yönetimler,” Birikim, sayı 239 (Mart 2009), s. 67-77.