Memleketin “Osmanlı” kavgası bitmek bilmiyor. “Kavga” kelimesini özellikle seçiyorum, çünkü bu bir “tartışma” değil. “Tartışma” dediğimiz konuşma biçiminde, en azından “teorik” düzeyde, tartışan taraflardan birinin “Sen haklısın. Yanılmışım” demesi ihtimali açıktır. Bu “konuşma”da ise böyle bir ihtimal sözkonusu değil. Karşı karşıya gelmiş “iki mutlak doğru” var. Bunlardan birinin ötekini “ikna” etmesi de beklenmiyor. “İkna” değil “susturma” sözkonusu. Ama, gene bazı koşullar nedeniyle, bir “tartışma” oluyormuş gibi davranmak gerekiyor: aslında bir “çıkış” olmayan bir konumda sanki varmış gibi konu (bir yere gerçekten varmaksızın) devam ettikçe kullanılan dil sertleşiyor. Bakıyorsunuz, AKP’li, “Denize dökemediklerimiz kalmış” diyebiliyor. Bu dille neyi tartışabilirsiniz? Böyle bir imkân kalmıyor. Bu bir “kamufle savaş”.
Neyin kavgasını ettiğimizi de gerçekten doğru biliyor muyuz? Örneğin, Osmanlı’yı suçlayan tarafın sözcüsü, “Peki, Vahdeddin nasıl oldu da İngiliz savaş gemisinde kaçtı?” diye soruyor; o bunu sorunca karşı tarafın “Şundan ötürü” demesine imkân yok elbette.
İyi de, “koşullar” gerçekten böyle mi? Savaş boyunca “Padişahımızı esaretten kurtaracağız” demiş Ankara. Padişah ise, tam taraf olmaktan elinden geldiğince kaçınarak, ayaklanmalar çıkarmış, Ankara’yı batırmak için elinden geleni yapmış. Ama kimse gerçekten ne istediğini ve ne yaptığını söylememiş —bu da böyle olmak zorunda, üstelik. Padişahın altı yüzyıl birikimi bir meşruiyeti var. Mustafa Kemal’in de —hele başlangıçta— buna dikkat göstermesi şart. “Şart” da, ne yapacak? Savaşı kazanınca “Buyurun tahtınıza rahat rahat oturun” mu diyecek? Vahdeddin böyle bir davranış bekler mi?
Burada belki bilmediğimiz bir şeyler sözkonusu. Benim İletişim’i kurmaya çalıştığım yıllarda bir (asker kökenli) emekli müze müdürü bir “belge” satmaya çalışıyordu. Benimle de görüşmek istemişti ama böyle bir buluşma olmamıştı. “Belge”, 6 Ekim sonrasından; Refet Paşa’nın Vahdeddin’i muhtemelen zehirleyerek ortadan kaldırması isteniyor. Dediğim gibi ben bundan haberdar oldum ama kendi gözümle görmedim; böyle bir talep olduysa da Refet Paşa’nın olumlu tepki göstermediği belli. “Talep” olabilir mi? Yukarıda anlattığım “meşruiyet” çerçevesi içinde olabilir. Cumhuriyet’in ilanı ama Hilafet’in devamı, onun da ilgasının zamanlaması v.b. “ihtiyatlı” bir strateji uygulandığını gösteriyor.
Bunda bir doğru payı varsa, en azından, “Vahdedin niye İngiliz gemisiyle kaçtı?” sorusunun keskinliğini bir ölçüde azaltıyor. Ama tabii buradan hareketle “Vahdeddin haklıydı” gibi sonuçlara varmak da olacak, kabul edilecek bir şey değil.
Konunun özü şu: yanlış bir kararla savaşa girmiş ve yenilmişiz. Sonuçlar kötü: zaten bütün dünyanın bayağı uzun zamandır beklediği “Osmanlı devletinin yıkılması ve tasfiyesi” anı gelip çatmış. Burada “Ne yapacağız?” sorusuna verilecek cevabın iki ayrı ve tamamen çelişen yolu biçimlenmiş. Vahdeddin ve çevresi (başından beri bütün İttihad ve Terakki politikalarına karşı çıkmış kesim) “kazananlarla iyi geçinelim, onların suyuna gidelim, koparabildiğimiz kadarıyla yetinelim” diyorlar. Onların temel politikası “uslu durmak”, İttihatçılar’ın dik başlılığına heves etmemek. “Beğenilecek” bir politika olmayabilir — değil zaten; ama bir “politika”. Amaç da, koşullar elverdiği kadar Osmanlı devletini yaşatmak.
Bu bir “politika” ise bunun karşıtı da bir politika olabilir: empoze edilen koşulları kabul etmemek, direnmek! Ve bunu düşünen de var. Bunu düşünen, ayrıca, değişen dünyanın yönelişlerini, oluşan yeni değerleri de biliyor, izliyor. Osmanlı’nın devamının imkânsızlığını görmüş, anlamış. Yapılması gereken şey cesede hayat üflemeye, ölüyü diriltmeye çalışmak değil, geri kalan enkazın içinden yeni bir şey çıkarmak (bu ancak bir “cumhuriyet”, bir “ulus-devlet” olabilir — kuzeyde olanlar, Rusya, ilgilendirmiyor) olabilir.
Doğrusu bu; ama aynı zamanda çok zor, çünkü elde olan, gerçekten de, bir “ceset”! Savaşı kaybeden taraftan kimse biçilen cezaya karşı çıkamıyor; ama Mustafa Kemal başarı ihtimalini görüyor, göze alıyor. Kendi başarı inancını çevresine yaymayı da başarıyor. Kurtuluş Savaşı olağanüstü bir olay, olağanüstü bir başarı. Uzatmayayım, ikinci politika bu.
Bu iki politikanın bir arada var olamayacağı besbelli. Aralarında “soğuk” ama “dostane” bir ilişki olması da mümkün değil. Gene de, Ankara her şeyin sona ermiş olmayabileceğini, bir yerlerde hala birtakım hayatiyet potansiyelleri bulunabildiğini gösterdikçe İstanbul hükümetlerinin buna göre tavır değiştirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu, tabii, Ferit Paşa ya da Ali Kemal gibi İttihatçı düşmanlığını hayatın birinci koşulu haline getirmiş kesimi ilgilendirmiyor. Ama örneğin Şehzade (sonraki Halife Abdülmecid’in oğlu) Ömer Faruk Efendi’nin Anadolu’ya geçme girişimi gibi olaylar ise bizzat Osmanlı hanedanı içinden Ankara’ya daha olumlu bakanlar olduğunu gösteriyor.
“Yunan işgali devam etseydi Halifelik de devam ederdi” görüşünü paylaşmak çoğumuza imkânsız (ve “onursuz”) görünebilir ama böyle düşünenler olduğunu biliyoruz. Hilafet onlara bu derece önemli görünüyor. Bana göre, kabul edilebilir yanı yok ama bir adamı böyle düşündüğü için idam etmeyi salık veremem. Pozisyonun kendi saçmalığı kendini çürütür diye düşünürüm. Osmanlı’nın “Batılılaşma” politikasını seçmesi başlı başına zor bir karardı ve bu zorluğun izleyen yıllarda da çeşitli vesilelerle kendini ortaya koyması kaçınılmazdı. Bu da, bu sürecin (epey “eksantrik”) örnek-olaylarından biri.
Ama bunu böyle bir “eksantrik” olay olarak tutmak değil de sürekli bir kavga vesilesi olarak el altında bulundurmaktan yana çok kişi var — belli ki var. Böylelerine göre Osmanlı hakkında eleştirel olmak bir tür “vatan hainliği”, çünkü aslını inkâr etmek anlamına geliyor. Bu tabii çok yanlış bir yaklaşım ama seçtikleri politika böylesini gerektiriyor ya da öyle gerektirdiğini düşünüyorlar.
Geçen gün CHP taraflarından verilen bir cevapta tartışmanın son iki üç padişahla sınırlı olduğu, kimsenin Örneğin Fatih Mehmet’le sorunu olmadığı söylendi. Buna “yanlış” denmez elbette; denmez de, çok sevimli bulmadığım bir yanı da yok değil. Sözü Fatih’lere, Kanuni’lere v.b. getirdiğimizde geçmişin “fütuhatçı” ideolojilerine ve değer sistemlerine taşımış oluyoruz. Bunlar, evet, günahı ve sevabıyla tarihin malı artık ve bir şeylerle “övünmek” istiyorsak başka kaynaklar aramak ve bulmakta yarar var. Yani sorun “vaktiyle ne olduğumuz” kadar gelecekte “ne olmak istediğimiz”le de ilgili. Bu da gidip bilmem nereyi “fethetmek” olmamalı. Ama “tartıştığımız” (bu mu yaptığımız şeyin adı?) kişilere bunu kabul ettirmek hiç kolay değil. Böyle konulara gelince, aynı safta gibi göründüklerimizle de gerçekten “aynı safta” olup olmadığımız yeni bir tartışma konusu olabiliyor.
Sonuç olarak, içinden çıkması zor bir “değerler” tartışması içindeyiz.