Kürtleri Merkeze Taşımak
Cuma Çiçek

CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin’in “HDP’ye bakanlık verilebilir” açıklaması hem CHP’nin kendi içindeki hem de CHP ile İYİ Parti arasındaki farklıkları daha net görmemizi sağladı. CHP’li yetkililer Tekin’in açıklamalarının “kişisel değerlendirme” olduğunu belirtti. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ise “HDP’nin olduğu masada biz olmayız. Bizim olduğumuz masada da HDP olmaz… Bizim tutumuz açık net, Kürtleri incitmemek üzerine kurulan bir tutumdur. Kimse Kürtlerin hamisi de sahibi de değildir'' açıklamasını yaptı. Akşener daha sonra bir adım daha ileri giderek, “kendini solcu ve CHP’nin asli unsuru kabul eden bir grubun” İYİ Parti’ye HDP ile yan yana gelmediği için “parmak salladığını”, kendilerini linç ettiğini belirtti.[1]

“Kürtleri incitmemek” üzerine siyaset inşa ettiklerini ileri süren Akşener, bu açıklamadan birkaç gün sonra, Urfa’da Sedat Edip Bucak ile görüştü ve basına sembolik anlamı büyük bir görüntü verdi. Bucak, Türkiye’nin batı yakasında daha çok devlet-siyaset-mafya ilişkisinin ortaya döküldüğü Susurluk kazasıyla biliniyor. Kürtlerin kolektif hafızasında ise devletin derin haliyle hüküm sürdüğü 1990’lı yılları, Tansu Çiller’i, Mehmet Ağar’ı sembolize ediyor.

Kuşkusuz her partinin diğer partilerle ilişkilerini serbestçe düzenleme, seçim dönemlerinde ittifaklarını belirleme hakkı var. Bununla birlikte, söz konusu tartışmanın hem tarihsel hem de güncel bağlam içerisinde değerlendirilmesi gerekir.

Kürt meselesinin esasını Kürtlerin kendini yönetme, gündelik hayatlarını, toplumsal sistemlerini kurma haklarının tanınmaması oluşturuyor. Bu talepleri dile getiren Kürtler geride bıraktığımız yüzyıl içinde dışlanma, yok sayılma, şiddetle karşı karşıya kaldılar.

Bu hak Kürtlerin kendi özgün yönetimlerini kurmaları şeklinde gerçekleşebileceği gibi ortak siyasal yapılar içinde de sağlanabilir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürtlerin ayrılıp bağımsız bir devlet kurması endişesini taşıyan Türk devleti ve ana-akım Türk siyasetinin normal şartlarda entegrasyona yatırım yapması ve Kürtleri merkeze çekmesi beklenir. Buna karşın, yüzyıllık hikâyeye baktığımızda Kürtlerin merkeze dahil olmaları ya da entegrasyonları, “asimilasyona” ve siyasal hak taleplerinden vazgeçme şartına bağlandı.

İşin doğrusu Kürt toplumunun önemli bir bölümü asimilasyona dayalı bu entegrasyon siyasetine dahil oldular. Özellikle çok partili sisteme geçişle birlikte, ana-akım merkez partiler içerisinde Kürt kimliklerini temsil etmeden yer aldılar. Hem maddi hem de sembolik çıkarlarını korumak için merkez partilerin bir tür bölgesel uzantısı olmayı rasyonel bir tercih olarak gördüler. 2000’li yıllarda AB üyelik süreci içerisinde Kürt kimliğinin kısmi de olsa tanınmasına olanak tanıyan reformlarla birlikte bu camia kısmen de olsa Kürt kimliklerini de temsil etmeye başladı. Hatta bu dönemde HDP’nin temsil ettiği seküler, sol tandanslı ve toplumsal cinsiyet eşitliğini içeren bir Kürtlük tahayyüllüne alternatif olarak AK Parti içinde dindar-muhafazakâr bir Kürtlük tahayyülünün geliştiği de söylenebilir.

Öte yandan, Kürtlerin önemli bir kesimi bu asimilasyonist entegrasyon politikasına itiraz etti. Özellikle 1960’lı yıllarda yükselen Kürt itirazı 1970’li yıllarda hem radikalleşti hem de Türkiye siyasetinden yollarını ayırdı. 1990’lı yıllara kadar ayrılıkçı siyaset Kürt sokağında görece etkili de oldu. Bununla birlikte, 1990’lı yıllarla birlikte, Kürtler içerisinde de entegrasyon söylemleri öne çıkmaya başladı. Öncekinden farklı olarak, bu entegrasyon siyaseti Türklüğe asimile olmayı içermiyor, Kürt kimliğinin tanınmasını talep ediyordu. Başka bir ifadeyle “çoğulcu bir entegrasyon” siyaseti yürütüyordu.

1990’lı yıllarda Halkın Emek Partisi (HEP) ile başlayan ve bugün HDP ile devam eden ana-akım Kürt siyaseti bütün iddiaların aksine ayrılıkçı değil, entegrasyonist bir hareket. Çözüm süreçlerinde dile getirilen “demokratik cumhuriyet”, “demokratik özerklik” ve “yerel demokrasi” taleplerinin tamamı Türklüğe asimile olmayan bir entegrasyonu öneriyordu. Bu öneriler içerisinde, Türk sokağında radikal bir söylem olarak algılanan “demokratik özerklik” de esasında bölgesel bir ademi merkezileşmeyi öneren entegrasyonist bir projeydi. İngiltere/Kuzey İrlanda, İspanya/Bask, İspanya/Katalonya, Endonezya/Açe, Filipinler/Bangsamoro gibi kimlik temelli teritoryal çatışmaların çözümleri irdelendiğinde söz konusu taleplerin minimalist ve entegrasyonist olduğu görülür. Buna rağmen, bu siyasi geleneğin talepleri son 30 yılda Ankara’da bir karşılık bulmadı. Bu Kürtlük hali merkeze dahil edilmek bir yana çoğu zaman devlet şiddetiyle karşı karşıya kaldı.

Güncel bağlama baktığımızda her iki Kürtlük halinin de merkezden dışlandığı söylenebilir. Merkezin uzantısı olarak konumlanmayı tercih eden Kürtlük hali 15 Temmuz sonrasında büyük oranda devletten tasfiye edildi. Zira, AK Parti’nin ilk dönemlerinde Kürtler önemli temsil alanları buldular. Örneğin Bakanlar Kurulu içerisinde Kürt kimlikleriyle bilinen, bu kimlikleriyle Diyarbakır’da, Batman’da, Mardin’de, Van’da konuşan kişiler yer aldı. Bununla birlikte, devlet kapısı bugün Kürtlere önemli oranda kapanmış durumda. Kimi bakanların Kürt olduğuna dair yapılan spekülasyonlar, bu Kürtlük halinin merkezdeki temsilinin dramatik gerilemesini iyi özetliyor.     

Öte yanda, HDP’nin temsil ettiği Kürtlük hali ise çok daha ağır bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kaldı. Bu konuda sadece kayyumları hatırlamak yeterli. Kürtlerin seçme ve seçilme hakları, Eylül 2016 tarihinden bu yana süren kayyum uygulamalarıyla yok sayılıyor. Önümüzdeki seçimlerin bir tür “rejim değişikliği referandumuna” dönüştüğü bu dönemde ortalama %12 oranında bir toplumsal temsil gücüne sahip olan HDP’nin toplamda en az %80 oranında temsil gücüne sahip olan Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı tarafından dışlanması meseleyi seçimlerden ve partilerin tercihlerinden öteye bir konuma taşıyor.

Özetle, söz konusu tartışma bütün bu tarihsel hikâyeyi toplumsal hafızada yeniden üretiyor ve Kürt sokağındaki dışlanma ve yok sayılma hissini güçlendiriyor.

Kürt meselesinde bir normalleşme sağlanacaksa, asgari olarak birinci Kürtlük halinin yeniden merkeze dahil edilmesi gerekir. Daha önce AK Parti içinde siyaset yapan Kürtlerin bugün CHP’ye, DEVA ve Gelecek Partisi’ne meyletmesi ve buralarda siyaset yapma arayışları Ankara kapısının Kürtlüğe kapanmadığı şeklinde okunabilir. Bununla birlikte, bu arayış iyi senaryoda bile sınırlı düzeyde karşılık bulacak gibi görünüyor. HDP üzerinden yürüyen tartışmalar ve Millet İttifakı’nın Kürt meselesine dair siyaseti ya da siyasetsizliği dikkate alındığında, iyi senaryo olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi durumunda bile Kürt meselesinde 2015 yılı öncesine dönme ihtimali oldukça düşük.

Öte yandan, Kürt meselesinde asgari bir çözüm sağlamak ve şiddet sayfasını tamamıyla kapatmak için ikinci Kürtlüğün de merkeze dahil edilmesi gerekir. Zira, bugün her iki Kürtlük hali de Kürtlüğü Arap, Türk, Fars, Alman, Fransız gibi kimliklere denk bir kolektif aidiyet olarak görüyor ve eşitlik talep ediyor. Bu kolektif kimlik bilincinin ve eşitlik talebinin devlet şiddetiyle ya da farklı mühendisliklerle geriye götürülmesi imkânsız. Sadece daha güçlü dönmek üzere ötelenebilir. Dünya deneyimleri ya da Irak ve Suriye deneyimleri bir yana Türkiye’nin kendi hikayesi de bunu gösteriyor. Buna karşın, Türkiye’de bu hikâyeyi doğru okuyacak, hem Türk sokağı hem de Kürt sokağı için daha iyi ortak bir gelecek sunacak rasyonel bir siyasi liderlik hâlâ ortaya çıkabilmiş değil.

İYİ Parti’nin çizdiği sınırların esnememesi ve Millet İttifakı'na hâkim olması durumunda muhtemelen Mansur Yavaş ya da benzer profilde biri aday olacak. Bu durumda muhtemelen her iki Kürtlük de “incitilmeden” merkezin dışında tutulacak. HDP’li bakan tartışmaları ve alınan ve alınmayan pozisyonlar, İYİ Parti liderliğinde devletin seküler-milliyetçi restorasyonu senaryosunu güçlendiriyor.  


[1] Açıklamanın detayı için bkz.: https://www.diken.com.tr/aksenere-gore-tunc-soyerin-sozlerinde-sorun-var-gerek-yoktu/