Geçen gün televizyonda güncel siyasi konuların konuşulduğu bir program seyrediyordum. Panelistlerden biri “Ben bu ülkede yaralı olmayan bir kesim bilmiyorum” anlamına gelen bir saptamada bulundu.
Bu anlama gelen bir söz aslında ilk kez söylenmiyor. Birçok kere bunun hatta aynı kelimelerle söylendiğini duymuşluğum vardır. Çok kere söylenmiştir, çünkü doğrudur. “İmparatorluk” dediğimiz yapı öyle gürültüsüz patırtısız yıkılmıyor. “Batılılaşma” denen şey de herkesin kendisine verilen rolü hevesle oynadığı bir süreç değil. Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş de kolay olmadı. Bu arada, evet, yaralanmayan kalmadı. Memleket küçüldükçe, bazı sorunlar da “sınırdışı” kaldı. Örneğin bir “6 Eylül” daha görmemiz ihtimali yok gibi bir şey. Ama bugüne gelmiş seksen küsur milyonu meşgul etmeye yetecek kadar sorunumuz hâlâ var. Bunlar var ve bunlar, onca yıldır biriken husumetlerin incelttiği teyelleri büsbütün koparabilir de.
Kendi varlığının bu gerilimlerin devamına bağlı olduğuna inanmış bir iktidar var ülkenin başında. “Beka” diye bir sorun üretti — daha doğrusu, zaten olan sorunları bir araya toplayıp patlamaya hazır hale getirdi. Bu eylemlerinin en göz çıkaranı, PKK’ya karşı Kürt siyasi hareketini “demokratik” bir “haklar” mücadelesine çevirmeye çalışan HDP’yi “düşman” ilan etmesi. Neden böyle? Çünkü HDP ona muhalif!
AKP iktidar olmakla çok şey kazandı; bu, kaybedeceği çok şey var, demektir. Başta Erdoğan!
Sarayı terketmek herhalde kolay gelmeyecektir. Ama iş bundan ibaret değil. AKP kazandığı o “çok şey” için yerle bir edilmedik kural, teamül v.b. bırakmadı. İktidarı kaybetmek bu konularda hesap sorulmasına da yol açabilir. Zaten AKP böyle olmuş gibi konuşuyor: başlıca propaganda konusu, “bizim size kazandırdığımız her şeyi elinizden alacaklar” teması. Bir yandan da ”yüksek gerilim” politikası. Kural bozuyor, ağzını bozuyor, siyasette diyalogu imkânsız hale getiriyor.
Bu kargaşa içinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçtiği mücadele yöntemi bana doğru görünüyor. Kılıçdaroğlu herkes gibi AKP/muhalefet (ve onların arasındaki ideoloji farkı v.b.) çatışmasını görüyor, ama siyasi kadroların ardında toplumda gerçekleşen çatlamaları da görüyor ve bu öfke/nefret atmosferinin dağılması için çaba harcıyor. Bu ülkede yaşayan insanların yeniden birbiriyle konuşur, selamlaşır, alır ve verir hale gelmesinin önemini anlıyor. O zaman da “helalleşme” gibi kendi tarihimizde görmeye alışık olmadığımız yaklaşımlarla siyaset yapıyor.
Merkezinde “başörtüsü” yer alan yasa önerisi de bu genel barışma harekatının bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Bu bence doğru, gerekli bir tavır ve bir politika.
Ama aramızda birçok kişiye göre öyle değil. Ne diyorlar? Bu başörtüsü kavgasının yol açtığı kırgınlıklar çoktan bitmiş, unutulmuş; bunları yeniden kurcalamak, yersiz ve hatta zararlı bir yaklaşımmış. İyi de, bu nasıl unutulmuş ki bugün telaffuz edildiğinde tartışması her yeri kaplıyor?
Kılıçdaroğlu’nun kendimce yorumladığım stratejisine Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli zorla da olsa alıştığımız üsluplarıyla karşılık veriyor, çeşitli hakaretlerde bulunuyorlar. O, bunu sorun etmemeye çalışıyor, “Bay kemal”i filan eğlence malzemesine çeviriyor. Ama AKP’nin karşısına dikilmiş muhalefet cephesinin içinden, hatta “cephe” değil de, kendi partisinin içinden birileri onun bu stratejisinden hoşnut olmadığını saklamıyor. Onların muhalefeti bazı bakımlardan, Tayyip Erdoğan’ınkinden daha ciddi olabilir. Kılıçdaroğlu partililerine “Arkamda mısınız?” diye sorunca böyle bir soruyu yadırgayanlar olmuştu. Bu yeni ortamda sorunun boşuna sorulmadığını gösteren sözler, tavırlar gördük ve işittik. Görmeye ve işitmeye devam edeceğiz. Bu memlekette insanların özellikle siyasette bir kere benimsedikleri görüşü değiştirmeleri en zor işlerden biri. Empati yeteneği hemen hemen hiç gelişmemiş (böyle bir şeyin olumlu bir özellik olabileceği de kabul edilmiş değil zaten, empatinin Türkçesinin bir çeşit “döneklik” olduğunu düşünmek daha yaygın).
Yukarıda, “Türk tipi Batılılaşma” anlayışında toplumun değişimin “öznesi” değil “nesnesi” olarak görüldüğünü söylemiştim. Bu “nesne”, kendisine verilen rolü reddedip “özne” olmaya kalkıştığı zaman muhalif bir kimlikle ortaya çıkıyor. Onca yıl toplumu terbiye etmeye çalışan 12 Eylül heyulasından daha yeni çıkmış toplum “seçim” fırsatı verildiğinde oyunu öyle bir şekilde kullanıyor ki Necmettin Erbakan karşımıza “başbakan” olarak geliyor! Olacak iş değil! Gel de sinirlenme.
Sinirlendiler. Bilinen güçler bu sefer değişik (“postmodern darbe” denilen) bir müdahale tarzıyla gene “cahil halkın” seçtiği “yanlış yol”u kapatıp yanlışta inat eden toplumu cezalandırmaya giriştiler. Bu girişimin sonucu AKP’nin girdiği ilk seçimi bayağı net bir biçimde kazanması oldu. Bütün bu işler olurken “başörtüsü” başlıca simge olarak orta yerde duruyordu. Ancak, bilinen olayların bu dizilişinin sergilediği mantığı görmemekte direnen kesim de olduğu yerde duruyor. Kılıçdaroğlu da “Arkamda mısınız?” diye onlara soruyor. O soruyor da, o cephede onun başörtüsünü özgürleştiren yasasından önce “ikna odaları”nı doğru politika olarak tercih edenlerin ağırlığını yerinden oynatamıyor.
Sonuç olarak Kemalist kesimde yer alan bu cephe CHP içinde önemli bir etki sahibi. Gelgelelim, bu tartışma içinde Kılıçdaroğlu’na destek veren, bu kavgada da onun bu davranışını onaylayan bir başka CHP’li grup var ki onların temel tavrı da “reel politik” dediğimiz yaklaşıma uygun. Bunlar, şimdiye kadar çeşitli sağ alternatiflere oy vermiş kesimin gönlünün kazanılmasını doğru buluyorlar (ve haklılar). Ama olayın aritmetiğindeler. “Kazanmak” istiyorlar. İnsanların nasıl, ne kadar incindiği önemli değil onların gözünde. Bunu belli de ediyorlar. Oysa Kılıçdaroğlu, bu husumetleri sona erdirmek, bu toplumu barıştırmak misyonu için çabalamayı çocuklarına miras bırakacağı gibi sözler söyleyerek yalnız aritmetikle değil, sosyolojiyle, psikolojiyle ve öncelikle de etikle ilgili olduğunu gösteriyor.
Tayyip Erdoğan’ın bu olanlara karşı hem “bu sorun aslında çözüldü” demesi, hem de “yasa” değil “anayasa” ile garanti altına almayı önermesi, birilerinin saptadığı gibi bir “el yükseltme” falan değil. Giyim kuşamla ilgili yasa çıkarma durumunda kalmak yeterince absürd iken bunu bir de anayasaya sokmaya kalkışmak iyice akıldışı bir şey; ama anlaşılır bir şey çünkü birçok kişinin de dile getirdiği gibi Tayyip Erdoğan’ın hedefi sorunu çözmek değil, cephane olarak elinin altında bulundurmak.
Seçimin kendisine varana kadar bakalım daha neler gözlemleyeceğiz.