Erdoğanizm Muhafazakâr Devrimci midir?
Ahmet İnsel

TÜGVA’nın 9 Ekim’de, Genel Kurul Toplantısı vesilesiyle düzenlediği Gençlik Buluşması’nda AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, karşısında konuştuğu “gençleri”, muhafazakâr devrimciler olarak tanımladı. Önce “Gençler, şunu unutmayın; biz varız, bir de karşımızda düşmanlar var” dedikten sonra, “Unutmayın, diye tekrarlayıp, elbette her yenilik, her devrim, her reform, türlü engellerle karşılaşacaktır” dedi: “Benim karşımda şu anda muhafazakâr devrimciler var. Ben muhafazakâr devrimcilerle 2023’ü başarıyla bitireceğimize inanıyorum”. Böylece 2023’te yapılacak seçimlerde ima ettiği “muhafazakâr devrimi” başarıyla devam ettirecek ve “düşmanların” üstesinden gelecek, muhtemelen yok edecek sonucu almak için AKP gençliğine çağrı yaptı.

Bazı gözlemcilerin ifade ettiğinin aksine, muhafazakâr devrim kavramını Tayyip Erdoğan’ın ilk kez sahiplendiği konuşma değildi bu. Nisan 2017’de otokrasi rejimini anayasallaştıran değişiklikleri halk oylamasında ite kaka ve ucu ucuna kabul ettirdikten sonra, 30 Mayıs 2017’de AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı sıfatlarıyla TBMM’de yaptığı ilk grup konuşmasında da bu kavramı sahiplenmişti. Partisinin demokrat, cumhuriyetçi, milli, yerli ve kucaklayıcı olduğunu iddia ettikten sonra, şöyle devam etmişti: “AK Parti elbette, aynı zamanda muhafazakârdır. Milletimizin değerlerine saldırılmasına karşı çıkmış, bu değerlere sımsıkı sahip çıkmıştır. Bunun için, açıkça söylemek lazım, devrimci bir partidir.”

Muhafazakârlık ve devrimciliğin birleştirilmesi AKP çevrelerinde ilk kez dile getirilmiyordu. Birçok örnek arasından birini burada hatırlatmakla yetinelim. O zaman Başbakan Yardımcısı olan Beşir Atalay, 29 Nisan 2014’te partisinin muhafazakâr demokrat sıfatından hareketle muhafazakârlık ve devrimciliği birleştirmişti: “AK Parti muhafazakâr ve demokrat bir parti. Biz hem milletin inancına, değerlerine önem veren bir partiyiz. Ama aynı zamanda demokratikleşmeyi en önemli misyon olarak gören bir partiyiz. Bunun ikisi bazen zor gibi olabilir. Hem muhafazakâr hem de toplumumuzun değişim beklentilerini de karşılayan devrimci bir parti olarak nitelenebilir. Biz kendimizi öyle niteliyoruz zaten.” Beşir Atalay’ın devrim tanımı epey ılımlı bir reformu kastetse de, sonuçta bu iki kavramı yan yana getirmenin ne anlama geldiğini ya düşünmüyordu ya da bundan bir rahatsızlık duymuyordu. Benzer bir tanımı, daha önce, 2011’de Kemal Karpat dile getirmişti.[1] Beşir Atalay ve Kemal Karpat’ın muhafazakâr devrimci olarak ifade ettikleri siyasal çizgi, devrimi ılımlı ve tedrici değişim olarak tanımlayan, kültürel muhafazakârlığı ılımlı bir demokratlıkla tamamlayan, muhafazakâr-demokrat tanımına daha çok uyar.   

AKP kurulurken, yürürlükteki yasa Müslüman demokrat sıfatının kullanılmasına izin vermediği için, 2003 yılında Yalçın Akdoğan’ın Muhafazakâr Demokrasi başlıklı broşürünün yayımlanmasıyla kendini bu şekilde tanımlayan AKP yönetimi, on yıl sonra muhafazakâr demokratlıktan muhafazakâr devrimciliğe doğru evrildi. 2000’lerin sonunda AKP iktidarının icraatlarının “sessiz devrim” olarak tanımlanmasını parti yönetiminin kabullenmesinin de bunda payı vardı. 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, önsözünü Tayyip Erdoğan’ın yazdığı, Sessiz Devrim - Türkiye’nin Demokratik Değişim ve Dönüşüm Envanteri başlıklı bir kitap yayımladı. Ama dört yıl sonra, 2003-2012 arasındaki döneme ve “Çözüm Süreci”ne kısmen odaklanan bu kitap ve onun Kürtçe versiyonu Müsteşarlığın sitesinden sessizce kaldırıldı. www.sessizdevrim.org.tr sitesi kapatıldı. Yeni “devrim” anlayışı, 2015’ten itibaren ve giderek artan biçimde, artık sessiz değil, bağıra çağıra, sille tokat uygulanacak bir milliyetçi-muhafazakâr tahakküm iradesini ifade ediyordu.

Tayyip Erdoğan’ın TÜGVA’nın topladığı gençlere hitaben kullandığı muhafazakâr devrimciler tabiri, -kendisi bunun bilincinde midir bilmiyoruz- daha çok Nurettin Topçu’nun Türkiye’deki otantik düşünürü olduğu devrimci muhafazakârlığı çağrıştırıyor. Onun üzerinden yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiş, epey değişmiş dünya ve Türkiye ortamında, sosyalist tınılarından arınmış bir İslâmcı-milliyetçi otoriter devlet anlayışının kısmen yeniden vücut bulmuş bir hali olarak tanımlamak mümkün, günümüz Erdoğanizm’inin muhafazakâr devrimciliğini. Bunu tamamlayan, Nurettin Topçu’nun yan kulvardaki rakibi Necip Fazıl Kısakürek’in “devrimciliği”dir. Bugün Tayyip Erdoğan’ın birlikte 2023’ü başarıyla bitirmeyi ümit ettiği muhafazakâr devrimci fikriyat bu sentezi temsil ediyor. Ocak 2020’de Tayyip Erdoğan Necip Fazıl’ın dizelerini okurken, devrim anlayışını tanımlıyordu. “Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek. Ve bir devrim, evvela devrimi devirecek” mısralarını okuduğunda salonda büyük bir alkış kopmuştu. “Devrimi devirecek bir devrim” muhafazakâr devrimciliğin tam da özünü ifade ediyor.

Burada Nurettin Topçu’ya gönderme yapmak bazı açılardan biraz zorlama gibi gelebilir. Topçu üzerinden işaret etmek istediğim, onun Fransa’da Bergsoncu muhafazakâr felsefe çevresinde edindiği birikimin bir uzantısı olarak oluşturduğu Türk-Müslüman içeriğin aynı zamanda 1920’lerde Almanya’da etkili olan muhafazakâr devrimci akımla bağlantısıdır. Alman muhafazakârlığının klâsik muhafazakârlıktan uzaklaşarak, 20. yüzyıl başından itibaren geliştirdiği ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında iyice belirginleşen devrimi olumlayan yaklaşımını burada hatırlamak gerekir. Bu Alman muhafazakâr devrimci dalgası, iki açıdan devrimciydi. Önce, Almanya’da güçlenen ve yabancı bir ideoloji olarak tanımladıkları liberalizme ve Marksizm’e, özellikle 1918 Alman devrimine karşı bir karşı-devrim ideolojisiydi. İkinci olarak, bu karşı-devrimi eski düzene, Wilhelmci statükoya geri dönüş olarak değil, yeni bir devlet ve toplum kurmak olarak tasarlıyorlardı. Modernleşme, Aydınlanma’nın tahakkümünden kurtulmalı, Alman ulusunun temel değerleriyle buluşmalıydı. Bu değerlerin merkezinde Reich, halk, kan ve ırk vardı. “Yeni devlet”, total bir devlet olmalıydı. Siyasal partilerin ve zümre çıkarlarının üstünde yer almalıydı. Devlet doğal ve ilahi gücün ifadesiydi. Bu nedenle parlamentarizme şiddetle karşıydılar.

Bu muhafazakâr devrim anlayışı, 19. yüzyıl Alman romantizminden modernliğin sinsi bir yıkıma, geleneklerin ve geleneksel ilişkilerin yok olmasına, meta ilişkilerinin yarattığı yabancılaşmaya, değerlerin yitirilmesine, kitle demokrasisi içinde atomistik bireylere dönüşe tepkiyi devralmıştı. Modern kapitalist medeniyetin büyük bir varoluş krizi yarattığı inancından besleniyordu. Ama Alman romantizminin kültürel karamsarlığını da reddedip, modernliği tekniğin hâkim olduğu bir kitle toplumu olarak da benimsiyor, bu çerçevede kendini ilerici olarak tanımlıyordu. Başka bir moderniteyi, Aydınlanma’dan esinlenmeyen bir modernliği, “Alman varlığının” erdemlerine dayanan bir modernliği öneriyordu. Muhafazakâr devrim kavramını ilk kez 1927’de Hofmannsthal, Almanya’da kullandı. Edebiyatı ulusun manevi alanı olarak tanımlıyordu.

Muhafazakâr devrim akımı, demokrasi karşıtlığı ve faşizme yakın savlarıyla (özellikle total devlet kavramı), Almanya’da nasyonal-sosyalizminin gelişmesini kolaylaştıran kültürel ve ideolojik zemini hazırladı. Nazizm’in kabul edilebilir bir siyasal akım olmasına önemli katkısı oldu. Bir kısım muhafazakâr devrimci daha sonra nasyonal-sosyalizme katıldı. Diğerleri ya nasyonal-sosyalizm rejiminin politikalarını eleştirdi ve hapsedildiler veya kenara çekilip, sessiz kaldılar ya da yurt dışına gittiler. Muhafazakâr devrim, içinde çok farklı akımlar barındıran, felsefeden mimarlığa, edebiyattan siyasete uzanan bir nebula idi. Ona siyasal ve ideolojik bütünlüğünü, çok daha sonra, 1950’de Muhafazakâr Devrim ismiyle yayımladığı kitapla, Armin Mohler verdi. Muhafazakâr devrim bir Değerler Muhafazakârlığı (Wertkonservatismus) olmalıydı. Yitirilen değerlerin, milletin/ulusun öz ve kadim değerlerinin savunulması, yeniden hâkim konuma gelmeleri için, bunları yıkan devrimi, tam da Necip Fazıl’ın ifade ettiği gibi, devirecek bir devrim muştuluyorlardı.

Alman muhafazakâr devrim düşüncesini, 1970’lerde Avrupa’da Yeni Sağ yeniden ele aldı. Carl Schmitt yeniden değer ve önem kazandı. Oswald Spengler, Ernst Jünger, Joseph Roth, hatta Julius Jung yeni bir okumaya tabi tutuldular. Bugün Avrupa aşırı sağ akımları, “milliliğin yeniden canlanması”, “Aydınlanma’yı Marksizm ve liberalizmin içine düşürdüğü karanlıktan kurtarma” gibi temalarla, başta çok kültürlülük olmak üzere, feminizme, toplumsal cinsiyet eşitliği taleplerine şiddetle karşı çıkıyor, yabancı düşmanlığını her fırsatta gürültüyle sergiliyorlar. Ama diğer yandan Alman muhafazakâr devrim akımından farklı olarak, kapitalizmi doğal ekonomik sistem olarak kabulleniyorlar. Bu nedenle yakın zamana kadar neoliberal politikaları benimsiyor ve destekliyorlardı. Tanıl Bora, proto-nasyonal sosyalist muhafazakâr devrim düşüncesinin, “muhafaza etmeye değer bir şey yaratmak” şiarıyla hareket edip, klasik muhafazakârlıktan ayrıldığını, bir bakıma aşırı modern olarak nitelenebilecek bu tutumun onları neoliberalizmle uyumlu yeni “devrimci” muhafazakârlıklarla bu açıdan benzeştirdiğine işaret ediyor. 2010’larda, özellikle neoliberal küreselleşmenin iktisaden gelişmiş Batı toplumlarında yarattığı toplumsal çalkantıları dikkate alan yeni devrimci muhafazakârlar, neoliberal politikaları desteklemek konusunda daha temkinli bir tavır alıyorlar. Ama kapitalist sistemi eleştiren, kapitalizm karşıtı bir ufku işaret eden herhangi bir öneri dile getirmiyorlar.

Erdoğanizmin muhafazakâr devrim fikriyatının da kapitalizmle herhangi bir sorunu yok. Kapitalizmi yabancı kökenli bir medeniyet olarak yer yer eleştirse de, kapitalizmin özü olan piyasa ekonomisini, özel sermaye birikimi sürecini, sermayenin kâr maksizimasyonu için emekçilerin hayatlarının feda edilmesinin işin fıtratında olduğunu savunuyor. AKP hükümetinin ilk programında hedefin “piyasa toplumu” kurmak olduğu fikrine yer verilmişti. Bu anlamda muhafazakâr devrim tabiri, Thatcher’in 1979’da başbakan olmasından itibaren, sosyalizm, sosyal demokrasi ve Keynes’ten esinlenen iktisadi politikalara radikal biçimde karşı olan sağ siyasal akımların benimsediği, devletin iktisadi ve toplumsal yaşamda düzenleyici, düzeltici ve yönlendirici bir rol oynamasına karşı çıkan politikaları tanımlamak için kullanıldı. Hedef “piyasa toplumu” kurmaktı. Bu “liberal devrim”in kod adı neoliberalizm oldu. Ama bunun ötesinde, kültürel olarak da toplumsal mücadelelerin kazanımlarını reddeden, bunları geri almaya kararlı, özellikle ABD’de o dönemde boy gösteren siyasal-kültürel akım hem neoliberalizmi hem muhafazakâr devrimi harmanlayan bir radikallik olarak yükselmeye başladı. Bu süreç Donald Trump’ın başkan olmasıyla zirve noktasına ulaştı. Bunlarla arasında önemli farklar olmasına rağmen, İran’da kırk yıldan fazla bir süredir iktidarda tahakkümünü sürdüren de İslâm dini merkezli bir muhafazakâr devrim yaklaşımıdır.

Bugün Türkiye’de Erdoğanizm’in bir türlü kuramamaktan dert yandığı kültürel hegemonyayı kurmak ve gelecek seçimler için destekçilerini şevke getirmek amacıyla kullandığı muhafazakâr devrim kavramını ciddiye almak gerekir. Erdoğanizm, yakın geçmişte muhafazakâr devrim fikriyatını Türkiye’ye taşımış olanların tornasından geçmiş bir siyasal düşünü, devlet gücünü bütünüyle ele geçirmiş olmanın imkânlarıyla pekiştiren bir mutlak hakimiyet arzusunu temsil ediyor. Yirmi yıldır tek başına iktidarda olması, onun tam da Türkiye toplumunun tarihsel sosyolojisi içinden süzülmüş bir muhafazakâr devrim ideolojisinin taşıyıcısı ve elinden geldiği kadar uygulayıcısı olmasıyla çelişkili değildir.

Devrim kavramına atfedilen anlam, bir siyasal ve iktisadi düzeni, bir toplumsal yapıyı köklü biçimde değiştirmek ise, Erdoğanizm’in bu anlamda devrimci olduğunu söyleyebiliriz. Ama hemen şunu ilave ederek: iktidar olmuş bu yerli ve milli muhafazakâr devrim aynı zamanda çokkültürlülük, eşitlik, özgürlük ve demokrasi ideallerine karşı yürütülen bir karşı-devrimdir. Aynı Nazizm’in ve faşizmin 20. yüzyılda hem “devrimi deviren bir devrim”, bir karşı-devrim hem de kendi kelimeleriyle “otantik milli devrim” olmaları gibi.        


[1] “Devrimci muhafazakâr… Evet, ben (…) değişmeye hazır, her fikre açık, her fikre hürmet eden, teknolojiyi kabul eden, demokrasiyi savunan, (…) hoşgörüyü savunan bir kimseyim. Ama diğer taraftan benim bir kökenim var, bir tarihim var, bir inancım var, bir kültürüm var, beni ben yapan bir temelim, kişiliğim var. Onları da muhafaza etmek isterim. Temelleri muhafaza ederek onun üzerine yeni binalar yapmak mümkündür. Benim muhafazakâr devrimciden kastım budur”, Muhafazakâr Düşünce, sayı: 28, 2011,  s. 99-123.