Sol üzerine (10): İnsanlığın Vicdanı
Erdoğan Özmen

Ne tür bir sol tahayyüle ihtiyacımız var? Solu ve solculuğu -asıl olarak ve her şeyden önce kendimiz için- nasıl temsil eder ve kavrarsak tökezleyip durmamıza yol açan ayak bağlarımızdan kurtulur, daha berrak bir anlayışa kavuşabiliriz? Teorik ve pratik düzeyde süregiden bazı köhne, verimsiz tartışma, alışkanlık ve tavırları fark etmemizi, uygun biçimlerde anlamlandırmamızı sağlayacak olan şey yeni bir sol kavramı değil midir?  

***

Freud, 1923 yılında yazdığı “Bir On Yedinci Yüzyıl Demonolojik Nevrozu” makalesinde 1651-1700 yılları arasında yaşamış ressam Christoph Haizmann vakasını/nevrozunu ele alır. Bir ebeveyninin (babasının) kaybından sonra ruhunu Şeytan’a satan, Şeytan’la bir tür anlaşma yapan bir adamın hikayesi, günümüzün terimleriyle söyleyecek olursak, belki de ağır bir “psikotik depresyon” (psikotik özellikli major depresyon) vakasıdır bu. Şunları yazar Freud:

“Christoph Haizmann bu günahkar dünyadan vazgeçmeyi güç bulacak kadar sanatçı ve dünya çocuğuydu. Yine de bu umutsuz durumu açısından sonunda öyle yaptı. Kutsal bir tarikata katıldı. Bu eylemiyle birlikte hem içsel savaşımı hem de maddi gereksinimi son buldu. Bu sonuç, nevrozuna, nöbetlerinin ve hayallerinin sözde ilk bağın/anlaşmanın (an alleged first bond) geri dönüşüyle son bulması olarak yansıdı. Gerçekte demonolojik hastalığının her iki boyutu da aynı anlama sahipti. Her zaman yalnızca yaşamını güvenceye almak istemişti. Başta kendi kurtuluşu pahasına bunu Şeytan’ın yardımıyla başarmayı denedi ve başaramayıp vazgeçmesi gerektiğinde özgürlüğü ve yaşamdaki pek çok zevk olasılıkları pahasına bunu ruhban sınıfıyla başarmayı denedi. Belki de kendisi hiç şansı olmayan zavallı bir şeytandı; belki de yaşamını kazanmak için fazla edilgen ya da fazla yeteneksiz ve “ebedi süt çocukları/emziktekiler” (eternal sucklings) olarak bilinen -kendilerini anne memesindeki neşe/saadet dolu durumdan (blissful situation) koparamayan ve yaşamları boyunca bir başkası tarafından beslenme talebini sürdüren- insan tipindendi. Böylece, hastalığının bu öyküsünde babasından, baba-ikamesi olarak Şeytan yoluyla, kilisenin dindar rahiplerine giden yolu izledi.”[1] (abç)

Kısmen dolambaçlı bir yol izlediğimin farkındayım. “Suckling”, yani hem anne hem de çocuk için ebediyyen sürecekmiş gibi görünen o saadet/sevinç/neşe hali bir noktada sonlanmak zorundadır. Diğer türlüsü çünkü, yani “eternal suckling” durumu (bir tür kalıcı simbiyozis) psikoza düşmek, psikotik bir evrene gömülmüş/takılmış halde kalmak olacaktır. Yine de hayatımızın başlangıcına yerleşen, aynı zamanda bize ilk yerimizi tahsis eden o durumun hem sürdürülmesi hem de sonlandırılması ve böylece ilk ayrılığın gerçekleşmesi (özneyi kurucu bir ayrılıktır bu) her iki taraf için de temel bir sorumluluk edimidir. Baştan sona ortaklaşa olarak ve tam bir işbirliği içinde yoluna koyulması ve üstlenilmesi gereken bir fedakarlık, karşılıklı sadakat ve sorumluluk edimi. Her bir anında ötekini gözetme, ötekine göre yerleşme, ötekiyle belli bir uyum ve denge içinde olmaya özen vardır. Ötekinin sınırlarına, ihtiyaç ve taleplerine, biyolojik ve ruhsal varlığına ve esenliğine ilgi ve merak vardır. Bekleyiş ve umut etmek vardır. Yoksunluklar, kızgınlıklar, ağırlıklar, yükler, yorgunluklar, korku ve kaygılar da oradadır şüphesiz. Ama o durumda bile tüm bunlara öteki için, öteki adına tahammül ve sabır vardır. Böylece içimizde öteki için, ötekine bir yer açılır, demek içimizi genişleten, içimizde ötekini kapsama, tutma, taşıma kudreti yaratan bir dönüşüm gerçekleşir. Söz konusu bu olay, oluş ve yeniden-oluşların akamate uğramadan akması, hedefine ulaşması, kendi yatağını ve kıvamını bulması için babanın da orada bulunması, sahneye dahil olması gerekir. Onun mevcudiyeti sayesinde söz, yasa/yasak Daima tam olarak gerçekleşmemiş, eksiksiz biçimde edimselleşmesi daima ertelenen bir zihinsel potansiyel ve güç olarak vicdanın ilk öncülleri/çekirdekleri işte bu matriste belirmeye başlar.

***

Zahmetsizce ve kaba indirgemeci bir tavırla vicdan ile sol arasında dolaysız bir nedensellik bağı tesis etmek değil amacım. Ama yine de, mütemadiyen kendi temsillerini arayan, ete kemiğe bürünerek tamamlanmak, gerçekleşmek isteyen insanlık vicdanı karşısında, o temsile talip olduğu, o temsili gerçekleştirdiği ölçüde -bunun yüce örnekleriyle doludur insanlık tarihi-, ancak o zaman kendi adını hak eden bir sol… Kendini de zaten o sayede, o kutlu çaba içinde inşa etmeyi göze alan, kendini de kuran o helezoni hareketin her aşamasında ortaya çıkan sonuçlarla karşılaşmaktan ve kendini gözden geçirmekten çekinmeyen bir sol… Bu arzuyla yanıp tutuşan…


[1] S. Freud, SE XIX, s. 104, (Türkçe çeviri: Freud Kitaplığı 15: Sanat ve Edebiyat, Çev. Emre Kapkın-Ayşen Tekşen, Payel, 2: Basım, 2016, s. 401.