Yıllardır tahsilli nüfusun diline yapışmış bir sözcük var: kutuplaşma. Bazen politik bir itiraz içinde geçiyor: “bizi kutuplaştırıyorlar, kutuplaştırmasınlar, kutuplaşmayalım!”; bazen de nesnel görünüşlü bir kültürel veya toplumsal gözlemde kendine yer buluyor: “bu toplum (veya bu ülke veya bu millet) şu tarihten beri kutuplaşmıştır, bir yanda laikler öte yanda dindarlar (veya dinciler veya İslamcılar), bir yanda gelenekçiler/muhafazakârlar öte yanda modernleşmeciler, bir yanda Batıcılar öte yanda Doğucular”. Bu ikili karşıtlıklar çoğaltılabilir. Terimlerin bağlamlarını ve içeriklerini soruşturmaya başladıktan biraz sonra elimizde pek sağlam malzeme kalmadığını da görebiliriz, ama bunun önemi yok: içerikler çok bulanık, değişken, kendi içinde çelişik ya da düpedüz fantastik olsa bile nüfusun çoğunluğunu “ajite eden” şu veya bu karşıtlığın uzun süredir faal olduğunu yadsıyamayız. Bu gerilimin 50’li yıllardan itibaren sürekli artarak son yirmi yılda iki “kamp” arasında ancak düşmanlık terimiyle anlatılabilecek bir zıtlaşma halini aldığını da.
Ama bunu saptadığımız anda, görünüşte çelişik başka bir gerçek de kendini görüş alanımıza sokuyor: belli konular (Kıbrıs, Ege, TSK, Polis, Kürtler, Boğazlar, ABD, Ermeniler, göçmenler, Fransa, Aile, LGBTİ, Akdeniz, Hollanda, Karadeniz, vb) söz konusu olduğunda herkes sesi en çok çıkanın (ve elinde sopa olanın) arkasında hizaya geçmekte. Taraflar arasında sadece düşmanlık değil, belli anlarda bu düşmanlığı askıya alabilen bir rekabet de var: gözlerini karartmış düşmanlar, bir anda, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı bahsinde birbiriyle yarışan centilmen rakiplere dönüşüyor. Beraberce kudurmak üzere.
Bu iki gözlemden birini reddedip ötekine sığınmak kolaycılık olur. İkisi de doğrudur, bunlar “yan yana” doğrulardır deyip bırakmak da olmaz: aralarında yan yanalıktan öte bir alışveriş bulunmalıdır: birini mümkün kılan şey, ötekinin de sebebi veya koşulu olmalıdır. Daha da somutlayarak söyleyelim: tek bir kişiye, tek bir merciye, tek bir âna indirgenemeyecek bir kurucu irade, “ayrışma” ile “bütünlüğü” (“ne mozayığı ulan”) birbirine bağlı olarak işleyecek iki hükmetme mekanizması olarak “ihdas etmiş” olmalıdır. Belki hiçbir zaman tek bir cümle içinde ifade edilmemiş şöyle bir komut: “Gündelik hayatta özellikle ekonomik konularda birbirinizin gözünü oyabilirsiniz, nüfusu küçültmeyecek ölçüde ya da bunu daha çok çocuk yaparak telafi etmek koşuluyla birbirinizi kılıçtan geçirebilirsiniz, buna iç politika diyoruz; ama, ‘hassasiyetlerimiz’ olarak da anılan dış politika ve savunma konularında mermer gibi olacaksınız.” Biz de mermer değilse bile beton gibi oluruz, CHP’li utanmazlar veya Türkçü Sol gibi davranmaya başlarız, son Şebnem Korur Fincancı vakasında görüldüğü üzre.[1]
Şüphesiz böyle bir durum ancak bir toplumun bir büyük suç çevresinde birleşerek ‘millet’ haline gelmesiyle mümkün olur. Gruplar, kişiler, büyük suçun küçük hisseli ortakları haline gelirler. Benzer bir süreç (yerli soykırımı ve uluslaşma) 18. Yüzyılın ortalarından itibaren ABD’de de gerçekleşmiştir. Ama bir kez gerçekleştikten sonra artık kendi momentumuyla işleyebilecek bir süreç olarak da görülemez; Renan’ın saptadığı gibi, boyuna tekrarlanması gereken bir “sözleşmedir” millet (o, “plebisit” diyordu). Suçun “natüralizasyonu” (sözcüğün iki anlamıyla da: hem doğallaşma, doğal ve makul sayılma, hem de ulusun “tâbiyetine” geçme, bir milli kimlik sahibi olma) art arda yeni girdiler gerektirir, daha doğrusu “çıktılar”: René Girard’ın Şiddet ve Kutsal (1972; Necmiye Alpay tarafından Türkçe çevirisi, 2003) kitabından itibaren kuramlaştırdığı türden bir “günah keçisi” veya “kurban” mekanizmasıyla, toplumu/milleti oluşturan öğelerden bazıları (alkışlamayanlar, yürüyüşe katılmayanlar, başka yere bakanlar) dönemsel olarak aforoz edilmeli, dışa atılmalı ya da “etkisizleştirilmelidir”.
“Üstteki” bütünleştirici kurucu iradenin “alttaki” ayrışma ve çekişmeye ihtiyacı vardır, çünkü bu kendisinin de varlık ve “beka” sebebi olarak sunulur. Ülkenin gizli yeraltı zenginliklerine ve jeo-stratejik avantajlarına gözlerini dikmiş düşmanlarla çevrilidir dört bir yanımız. Böylece silah endüstrisini ve devletin dışardaki silahlı serüvenlerini CHP’sinden OdaTV’sine, oradan da “sosyalist” solun çeşitli kesimlerine kadar bütün bir “muhalefet” sesli ya da sessiz desteklemeye mecbur kalır.
Ama ihtiyaç tek yönlü değildir, milletleşmiş toplum da zaman zaman kendi çekişmelerini bir yana atar ve herhangi bir davet beklemeden Vatan Cephesi'ne “gönüllü” yazılır – zaten başından beri orada değilse eğer. Kurucu iradenin ve kurduğu hükmetme mekanizmasının meşruiyet kaynağı Büyük Suç olunca, çeşitli Ömer Koçlar da aynı pınardan su içmeye başlarlar, zaten en başından beri yönetim kurullarını emekli generallerle donatmışlardır. Silahlı serüvenlerin en büyük kazançlıları arasında yerleri her zaman sağlamdır. (Korku da rol oynuyordur elbet, Özdemir Sabancı’nın sonunu düşünürsek.)
***
Buraya kadar, tahakkümün “normal” işleyişinden, olağanlaşmış bir olağandışılıktan söz ettik daha çok. Ama yine Girard’ın vurguladığı gibi, toplumdaki (arzu/çıkar kaynaklı) çekişmelerin belli bir sınırı aşarak bir toplu kudurganlık evresine geçmesi de mümkündür: herkes herkesin düşmanıdır çünkü artık herkes birbirinin aynısıdır. Kemal Tahir’in solcu ve hümanist Fethi Naci’yi çok kızdıran cümlesindeki gibi, “kimse kimseyi sevmiyordu[r]” (Köyün Kamburu). Aynılaşma, farksızlaşma, bildiğimiz gibi çöpleşme ve dışkılaşma anlamına gelir. Dışkı, farksızlaşmış ve genelleşmiş maddedir. Ya da Beckett’in “İlk Aşk” novellasında dediği gibi: “Birden fazla gece var mıdır ki?”
Tekrarlayalım, bu toplu kudurganlık durumundan çıkılması ve toplumsal/siyasal/kültürel farkların yeniden oluşması, gün ışığında şekillerin ve renklerin yeniden belirginleşmesi, Girard’a göre, tarihte hep bir dışlama, dışa atma edimiyle mümkün olabilmiştir bugüne dek. Devamlı kavga eden bir çiftin kendilerine bir düşman seçerek bütün gerilim ve suçu onun üzerine atarak bir süreliğine tekrar sulh olmaları gibi. Daha makro ölçekte, bunun karşılığı soykırımdır, çok ender olarak da içine şu ya da bu dozda toplu kırım karışmış bir devrim, ya da bunların bir karışımı, devrim içinde karşı-devrim… Bu yönde kıpırdanmalara tanık oluyoruz epeyce bir süredir. Ne olursa olsun, o noktaya (soykırım ya da devrim) varana kadar, sık sık ilginç benzeşmelere, özdeşleşmelere, Anglo deyimle “tuhaf yatak arkadaşlıklarına” tanık olacağımız kesindir, yakın zamana kadar Türkçü solun sevgilisi olan Mehmet Ali Çelebi’nin serencamında görüldüğü gibi.
[1] Bkz, Merdan Yanardağ’ın Birgün’deki (elbette!) ibretlik yazısı, “Solda Türk Kompleksi” (30/10/22) ve Evrensel’de Mustafa Yalçıner’in daha az ibretlik olmayan cevabı, “Türk Olmaktan Gurur Duymak” (1/11/22). Bu iki şahsiyetin, mesela Barış Ünlü’nün nerdeyse kendileri için yazılmış gibi duran Türklük Sözleşmesi (2018) kitabını okumaya mecalleri var mıdır?