“Seçim” denen olay her zaman ve her yerde bir “kapalı kutu”dur. Ne sonuç vereceği önceden bilinemez. Bazan çok belli olduğunu düşünürüz; gene de, beklediğimizden farklı bir sonuç çıkar. Daha yeni yapıldı ve asıl sonuçları hala belirsiz Brezilya örneği… Bolsonaro gibi bir adamın kaybedeceğini bekliyor muyduk; bekliyorduk, orada yanılmadık, diyebiliriz, kaybetti. Ama bu kadar az farkla kaybedeceğini mi düşünüyorduk? Böyle bir adama bu kadar oy, şaşırtıcı değil mi?
Bundan önce de Trump vardı. Hâlâ da var. O da var, Bolsonaro da var. “Trump’ın siyasi hayatı burada noktalandı, sona erdi” diyemiyoruz. Belki bir daha seçilemez, belki adaylık yarışını bile kazanamaz. Ama bunları söylerken “belki” demeyi ihmal etmemek gerekiyor. Belki de kazanır, belki de seçilir. Biden başkanlığı pek parlak görünmüyor. Birkaç yanılma, birkaç gaf daha… derken?
Adını andıklarım bu dönemin popülist (ve, evet, itiraf edelim: “popüler”) politikacıları. Böyleleri her zaman çıkar, ama bir tane çıkar, iki tane çıkar; böyle sürüsüne bereket popülist öndere kesmez ortalık. Şimdi moda böyle oldu (umalım ki, çok az farkla da olsa, Trump ve Bolsonaro örnekleri modanın geçmekte olduğunun sinyalleridir). Bu popülist bolluğu bence dünya politika dünyasında bir şeylerin değişmesi gerektiğini gösteriyor. Yani bildiğimiz siyaset artık insanlara istediklerini (neyse onlar!) vermez oldu. Biçimi de eskidi, içeriği de. Henüz bunu teşhis ve tesbit eden de yok. Tanımlayamıyoruz. Ama bugün bunun ne olduğuna dair spekülasyonlara girmeyelim. Nasıl olsa vakit bol!
Türkiye’de popülizmin “siyasi zaferleri” bilinmeyen bir hikâye değildir. Seçim “çok”-partili hale geldi geleli, Türkiye’de seçmen “popülist opsiyona” gider. Bu örüntüde değişen fazla bir şey bence yok. Popülist siyaset aynı zamanda “kapitalizm” yönünde işlediği için, Türkiye’de kapitalizm de popüler olmuştur. Bakın, devletin malı denecek ne varsa haraç mezat sattılar. Kimse sesini çıkardı mı? Bir avuç solcudan başka kimse sesini çıkarmadı.
Geçen hafta sonu Zülfü Livaneli bu durum üstüne yazmış: “Sevgili yurttaşlarım, başımıza gelenlerde sizin de epey bir payınız var” diyor. Bunu derken Nazım Hikmet’in hep bildiğimiz şiirine gönderme yapıyor. Nazım Hikmet, evet, “doğrucu” idi. Böyle olduğunu “Gerek yokken de yalan söylediğim oldu” diyerek kanıtlamıştı. Nazım bu “akrep” şiirini yazarken Türkiye toplumunun “seçim”le alışverişi henüz pek ileri bir dereceye varmamıştı. Şimdiki deneyiminin çok uzaklarındaydı. Buna rağmen bence verili koşullarda “seçim davranışı” çok hatalı da değildi. Akılcı bir yöneliş görülebiliyordu. O yılların popülizmi de anlaşılır bir tavırdı. Burada bu akılcılığı bozan 12 Eylül oldu. O zamandan beri yapılan seçimlerin oradan oraya savrulan sonuçlarına bir bakın.
AKP’nin yirmi yıllık iktidarının vardığı nokta korkunç. Ama Zülfü’nün de dediği gibi AKP’yi yirmi yıldır oylarıyla iktidara getiren de Türkiye halkı. Yaklaşmakta olan seçimde bu durumun değişmesi ihtimali büyüdü. Peki, AKP’nin siyasi davranışlarından ötürü mü böyle oldu? Halk bunu mu protesto ediyor? Yoksa asıl neden “ekonomi” mi? Enflasyon, pahalılık, işsizlik v.b. mi AKP’nin popülaritesini solduran? Bence öyle.
Tabii bunlar önemli şeyler. İnsanları kendi somut hayatlarında vuran şeyler. Ama hukukun geldiği yer, “tek-adam” rejiminin kâbusları az buz sorun mu? Bir yığın olaydan biri bile topluma “Yeter artık! Gidin!” dedirtecek kadar vahim değil mi? Şüphesiz bunlardan dolayı oyunu AKP’ye vermeyecek çok kişi var (önceden oyunu vermiş olanlar da az değil). Gene de, çoğunluk et, süt fiyatından buraya gelmiş durumda. Korkarım bu davranış görmemekten, bilmemekten, yani bir tür “siyasi saflıktan” ileri gelmiyor. İktidarın nasıl partizanca davrandığını ona oy verenler de pekâlâ görüyor bence. Ama iktidar onun çıkarlarını kolladıkça o da oyunu böyle kullanmaya devam edecek.
Bakalım, bizim “kapalı kutu” açıldığında içinden ne çıkacak.