Cici ve Travma: Anlatılan Senin Hikayen Değilse
Sezen Ünlüönen

Not: Bu yazı, Cici’ye dair filmi izlemeden öğrenmek istemeyebileceğiniz ayrıntılar içerir.

Travma kavramının açıklayıcı bir paradigma olarak hayatın her alanına sirayet ettiğinden dem vurmak da, kavramın kendisi kadar olmasa da oldukça genelgeçer bir tespit biçimini aldı. Ann Kaplan’ın Travma Kültürü kitabı yayınlanalı neredeyse yirmi sene olmuş mesela.

Popüler kültür de travma anlatısından nasibini aldı tabii. Son yirmi yılda üretilmiş herhangi bir dizi, film ya da roman kahramanını mazide kalmış açıklayıcı bir olay ya da durumlar silsilesi olmadan anlamak ya da derinlikli bulmak imkansız hale geldi. Bu psikolojik paradigmanın formel eşlikçisi de “geriye dönüş” (görsel mecrada “flashback”& metinlerde “analepsis”) elbette. Bu yaklaşıma göre insan psikolojisini anlamak demek, anlatının kilit noktalarında birdenbire ortaya çıkıveren geridönüşler sayesinde Fleabag’in, Don Draper’ın, Bojack Horseman’ın bugün neden böyle olduklarını bize izah eden geçmişte kalmış travmatik olaylara tanıklık etmek demek. Bu anlatılarda insan, merkezinde travmatik bir çekirdeğin saklı olduğu bir varlıktır; anlatının zirve noktasında bu çekirdek bir geriye dönüşle faş edilir ve bu çekirdek sayesinde artık insan anlaşılması ve öngörülmesi mümkün bir canlı halini alır.[1]

Anlatı ve psikanaliz arasında zengin bir ilişki olduğu aşikar, Freud’un, Lacan’ın çok iyi birer edebiyat okuru olduklarını, teorilerini edebi metinler eşliğinde geliştirdiklerini biliyoruz. Burada ben dahil pek çok kişiyi rahatsız eden husussa, sanatın, insana dair söylediklerinin üretiminden belki de yüzyıllar sonra kuramsallaştırılabilecek zengin bir kavrayış arşivi olmak yerine, insanı halihazırda dolaşımda olan psikolojik teorilerin üzerine asılacağı bir askı gibi katmansız hale getirmesi. Geçmişteki travmaya dönerek güya zenginleşen ve derinleşen Fleabag ya da Don Draper gibi karakterlerin hepsinin birbirinin aynısı birer psikolojik vaka çalışmasına dönüşmesi. Yazar ya da yönetmen insanı anlamaya ve anlatmaya uğraşmamış da, son DSM’yi açmış, oradan karakterine uygun semptomları alışveriş kataloğu gibi seçmiş yapıştırmış duygusu uyandırması.[2]

Psikolojiye, terapiye, geçmişle yüzleşme paradigmasına ilgisini Bir Başkadır’dan da bildiğimiz Berkun Oya’nın son filmi Cici, ilk bakışta tam da bu yaygın travma anlatısının yeni ve çok da parlak olmayan bir örneği olarak görülebilir. Yönetmen Kadir’in geçmişinde yer etmiş travmatik bir an (babasının onu hortumla ıslatıp kameraya çekmesi), filmin sonunda bu çekimlere tanıklık eden Naz’ın nihayet dayısını anlaması, bu anının filmleştirilme gayretindeki yineleme saplantısı vs vs travma konusunda “dersini çalışmış” herkesin filmde görmeyi bekleyeceği unsurlar.

Böyle bakınca sürprizsiz görünen filmi bir travma anlatısı değil de, bir travma anlatısı anlatısı, travmayı anlatmanın ne demek olduğuyla ilgili bir üstanlatı olarak görmek lazım o nedenle bence.

Bunun ilk ipucu, travma anlatısının olmazsa olmazı “geriye dönüşün,” video çekimlerin akıllıca kullanımıyla neredeyse tamamıyla ortadan kalkması, anlatının büyük  oranda lineer ilerlemesi ve anlatının “sürprizlerinin” geriye dönüş tekniğine yaslanmaması. Daha sıradan bir yönetmenin elinde bu film şöyle ilerleyebilirdi mesela: yönetmen Kadir köyüne döner, binbir zorlukla mücadele ederek film çekmeye çalışır ve filmin çok kilit bir noktasında filmini çekmeye çalıştığı şeyin kendi çocukluk travması olduğunu öğreniriz! Artık Kadir’in kişiliğinin anahtarına ulaşmışızdır, meğer Kadir o nedenle böyle bir insandır.

Ama film bunu yapmak yerine bize hortumla ıslatma sahnesini ilk önce doğrudan ve ancak sonra Kadir’in zihninin filtresinden geçmiş şekilde (hava daha soğuk, baba daha acımasız) veriyor. Üstelik, filmin ikinci sürprizi (babayı annenin öldürmüş olması) da biz seyirci için sürpriz değil. Oradaki çocukların aksine biz zaten (hap kısmını görmemiş olsak da) anneyi ateşi söndürürken, camı açarken görmüş; annenin babanın hastalanması ve ölmesinde oynadığı rolden kısmen de olsa haberdar olmuştuk.

Pek çok insanın filmin merkezindeki “travma”yı ikna edici ya da yeterince kuvvetli bulmamasını da travma anlatısıyla ilgili bir gerçeği sezdirdiği için ayrıca sevdim. Travma anlatısının kolaycılığı, biraz da yaşananları seyircinin anlaşılabilir ve kabul edilebilir bulacağı bir düzleme çekmesinde yatar. Don Draper ya da Fleabag korkunç canavarlar değildirler, başlarına gelenlerden ötürü böyle davranmaktadırlar; mazilerini öğrenen seyirci onları anlar ve affeder.  “Travma” kavramının muğlaklığına dair sorunları şimdilik bir kenara koyarak söyleyelim, travmatik bir olay yaşadığını düşünmenin en zor yanlarından biri, gerçek hayatta insana anlayış ve bağışlanma bahşetmeye hazır bir seyircinin olmayışıdır. Sorunlu çocukluklar ya da yaralayıcı deneyimler yaşamış pek çok insan, hayatlarını yaşadıklarının o kadar da kötü olmadığını, kendilerini inciten insanların aslında o kadar da zalim olmadığını, olanların tam onların düşündüğü gibi olmadığını iddia eden bir koroyu ikna etmeye çalışarak geçirir genelde. Seni anlayan ve destekleyen bir seyirci yerine seni yaralayan bir şeyin “yaralayıcı” bir şey olmadığını iddia eden insanlarla çevriliysen nasıl bir iyileşme süreci seni bekliyor olabilir?

Filmde travma anlatısının kolaycılığının reddedildiği iki başka alan daha var. Biri, merkezdeymiş gibi yapan travmayla yüzleşmenin (babanın hortumla ıslatması) bir sağalma sürecine değil, daha büyük bir travmayla karşılaşmaya (babalarını annelerinin öldürdüğü gerçeği) zemin hazırlaması. Yani geçmişin canavarlarıyla boğuşan herkesin otomatikman daha sağlıklı ve mutlu bir biçimde hayatına devam etmiyor oluşu.

İkincisi de, geçmişi anlama ve anlamlandırma sürecinin, salt bilgiye erişime dayalı lineer bir istikamette ilerlememesi. Yani filmin olaylarını, bir geriye dönüşle Fleabag’in geçmişine gidip de onu anlayan izleyici gibi değil de, zaten bildiği şeyi yeniden öğrenmek zorunda olan karakter gibi deneyimlememiz. Naz, filmin sonunda “öğrendiklerini” zaten aslında hep biliyordur, çünkü anneannesinin gayrı ihtiyari itirafına zaten şahitlik etmiştir 2 yıl önce. Anneannesi kameranın önünde ıhlamura hap karıştırdığını söylerken Naz zaten oradadır, onu dinlemektedir. Ama bu duyduklarının ne anlama geldiğini ancak iki sene sonra, başka videoların yardımıyla kavrayabilir.[3]  Bu haliyle geçmişle yüzleşme konusunda Bir Başkadır’dan biraz daha karanlık, ama gerçeğe biraz daha yakın buldum Cici’yi.


[1] Benzer görüş ve şikayetleri kısa bir süre önce “Travma Anlatısına Karşı” başlıklı yazısında Parul Sehgal de dile getirdi: https://www.newyorker.com/magazine/2022/01/03/the-case-against-the-trauma-plot

[2] Burada, son zamanlarda bu kendini tekrar düşmüş psikolojik kavrayıştan uzaklaşıp edebiyatı mevcut psikolojik kuramın uygulama sahası değil de yeni kavrayışların doğuş zemini gibi kuran Şule Gürbüz ve Kıyamet Emeklisi’ni bilhassa anmak istiyorum.

[3] Bu da tabii Berkun Oya’nın film yapmak ne demek, film yapmak ne işe yarar mevzundaki örtük manifestosu işlevi görür.