İstiklal Caddesi'ndeki terör eylemini kim yaptı/yaptırdı ve bununla nasıl bir “mesaj” verdi sorusu hâlâ belirsizliğini koruyor ama Türkiye toplumunun “yönetenler katı”nın (hükümet ve başlıca siyasal partiler) bu olay karşısındaki tavırlarının, kendileri hakkında ciddi endişeler duymamızı gerektiren bir mesaj verdiği ortada. Bu mesaj, en özet ifadeyle –iktidarı ve muhalefeti ile– ülkeyi “yöneten”lerin ve bir yönetim/düzen aygıtı olarak devletin “hal-i pür melal”ini ifşa ediyor. Bunun mevcut iktidarla ilişkili kısmını zaten biliyorduk ama muhalefet cenahına da ciddi ölçüde sirayet etmiş olduğunu bu vesileyle iyice fark etmiş olduk.
Açıklamaya çalışalım: Hadisenin henüz dumanı üzerindeyken bizzat İçişleri Bakanı sıfatıyla Süleyman Soylu'nun yaptığı ilk resmî açıklama, olayın kendisinden de daha vahim ve önemli bir iddiayı içeriyordu. “Kesin tespit” tonunda ifade edilen bu iddiaya göre İstiklal’deki terör eylemini tertipleyen ABD idi ve dolayısıyla mesajı da gayet netti: ABD Türkiye'ye savaş açtı. Çünkü bir devletin egemenlik alanında terör eylemi tertiplemek apaçık bir savaş nedenidir, savaş ilanıdır geçerli hukuka göre.
Hal böyleyken, ertesinde olanlara baktığımızda “normal”de olması gerekenlerin hiçbirinin olmadığını, Soylu’nun bu son derece ciddi ithamının ilgili tüm taraflarca adeta “yok hükmünde” sayıldığını hayretle gördük. Ne ABD resmî makamları, ne Soylu’nun bağlı olduğu hükümet ve ne de tam o sıralarda ABD devlet başkanı ile kaç zamandır peşinde koştuğu baş başa görüşme fırsatını yakalamış Erdoğan konuyla ilgili tek söz etmedikleri gibi; “normal”de hükümetin birçok açıdan ciddi eleştirisine malzeme sunan böylesi bir konuyu sürekli gündemde tutması gereken resmî muhalefet de üzerinde durmamayı seçti.
İyi de; ilgili herkesin bu ülkede Erdoğan’ın ardından en etkin ve “güçlü” hükümet üyesi olarak bilinen birinin –üstelik müttefik sıfatlı– bir devleti kendi ülkesine karşı savaş açmayı gerektirecek bir ağır suçla apaçık itham etmesi, eğer “başçavuşun eşeği” muamelesi görebiliyorsa; bu, hem iç politik durumumuz hem de diğer ülkelerle/devletlerle ilişki bağlamında ne anlama geliyor olabilir?
Devletlerarası ilişkilerde ülke yetkililerinin söz ve eylemlerinin ciddiye alınma derecesini o ülkenin saygınlığının, iktisadi, askerî ağırlığının ve tutarlılık-ciddiyet ölçütünün belirlediğini biliriz. Şüphesiz bir ülkenin en üst siyasi makamlarında olanların kişilik ve performansları da etkili bir faktördür. Örneğin yakın dönem göz önüne alındığında Obama’nın ve Trump’ın ABD’si ya da Nelson Mandela’nın ve halihazır başkanının şahıslarındaki Güney Afrika karşılaştırıldığında bu farkı açıkça görebiliriz. Türkiye’ye bu iki faktörün karması üzerinden bakıldığında yüzü kızarmayanlar elbette var. Bunlar önümüzde bir “Türkiye yüzyılı” olduğunu bile söyleyebiliyorlar gerçi de; ABD’nin kendisine gayet ağır bir itham yöneltmiş bir Türkiye Cumhuriyeti üst düzey yetkilisine cevap vermeye bile tenezzül etmediğini, başkalarının da kaale almadığını nasıl izah edebilirler bilmiyoruz. Bilmemize de gerek yok çünkü devletlerarası düzeyde Türkiye’nin Erdoğan ve ekibinin şahsında “maraza çıkarma ihtimali yüksek” olanlara has bir ciddiye alınma ve itibar derekesi üzerinden muamele gördüğünü biliyoruz. Bu bakımdan Soylu’nun ithamının hemen ertesinde Erdoğan’la görüşen ABD başkanı eğer laf arasında Erdoğan’a “ne diyor bu bakanınız” diye sırıtarak sormuş ise; Erdoğan'ın da boynunu büküp “anlarsınız ya malum iç politika” demesiyle mevzu kapanmış olmalıdır.
Peki de iç politikada Süleyman Soylu’nun üzerine neden gidilmedi? Bu zat pekâlâ “eylemi PKK, onun Suriye kuzeyindeki uzantısı YPG tertipledi” diye özetlemek, “arkalarında da ABD var” eklemesini yapmakla, bu epeydir kullanılan kalıpla yetinmeyip; vurguyu özel olarak ABD üzerine alabildiğine yoğunlaştıran bir itham kalıbını kullandı ise, birincisi muhalefet bu “yeni” kalıbın, yani o terör eylemini fiilen gerçekleştirenden çok “azmettirici” ABD'nin rolünü vurgulayan açıklamanın kanıtlarını, gerekçelerini sormalı ve sorgulamalı değil midir? Şimdiye kadar AKP-MHP cenahı ve CHP-İYİ Parti’nin başını çektiği resmî muhalefet PKK’nın üstlendiği veya üstlenmese de ona atfedilen benzer eylemler karşısında PKK’yı suçlar, ABD’ye de ona özellikle Suriye’de verdiği destekten dolayı tarizle yetinirdi. Eğer şimdi Süleyman Soylu içişleri bakanının yetki sınırlarını aşarak adeta hükümet adına konuşuyor gibi doğrudan ABD’yi bu denli açık ve ağır biçimde suçlayan bir açıklama yapıyorsa; ya elinde bu çok ciddi iddiayı haklı gösterecek kanıtlar vardır, bunları derhal ve acilen göstermelidir; ya da dişe dokunur kanıt bile yoktur ve hal böyleyse yaptığı ağır suç düzeyinde bir sorumsuzluktur, derhal istifası ve hatta yargılanması talep edilmelidir.
Ne var ki olay ertesi günlerde bizzat Soylu’nun emrindeki Emniyet teşkilatının açıkladığı bilgiler, bırakın ABD’nin azmettirici rolünü ortaya koymayı, eylemin PKK tarafından tertiplendiği iddiasını bile gayet kuşkulu kılar nitelikte. Eylemi kimsenin “sahiplenmemesi” de bir diğer kuşku nedeni. Çünkü tümüne “alçakça” dememiz gereken böylesi terör eylemlerini icra eden örgütler yaptıklarını özellikle “sahiplenir”ler zira bunun kendi siyasal amaçlarının propagandası için işlevsel olduğuna inanırlar. Dolayısıyla eğer ortada “sahiplenen” yoksa siyasal özne/örgüt ve amaç da yok demektir ve bu durumda eylemin tertipleyicilerinin amacı varlıklarına, varoluş hallerine ilişkin bir sorunun, öfkenin dışavurumudur. Eylemin mesajı budur. Bu akıl yürütmeyi sürdürdüğümüzde eylemin Suriye ile bağlantısını oradaki PKK olgusu üzerinden değil, servis edilen bilgilerde geçen Afrin, İdlib, Azez gibi mıntıkalarda üslenmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye politikasındaki “paydaş”ları ile ilişkisi üzerinden “okunması” ihtimali daha güçlü görünmüyor mu?
Gerçi iktidar ve resmî muhalefet medyası hemen hiç yer vermiyor ise de Suriye’ye komşu illerin halkından biliyor ve dış basından da izliyoruz ki; söz konusu “paydaş”lar arasında ciddi çatışmalar var ve bunlardan bazıları Türkiye ile Suriye yönetimi arasında uzlaşma söylentileri çıktığından beri harcanacakları endişesiyle şiddetli protesto eylemlerinde bulunuyorlar. Bu bakımdan İstiklal’deki terör eylemi ile bağlantılı olmaları ihtimali yabana atılır gibi değil. Dolayısıyla bu ihtimalin hem iktidar hem de resmî muhalefet mecralarında hemen hiç konuşulmaması dikkat çekici.
Bunun ana nedeni, o ihtimal dillendirildiğinde Türkiye devletinin son on yıldır izlediği Suriye politikasının bütün yönleriyle tartışılması da gerekeceğinden, bunun istenmemesi olabilir mi? Çünkü bu kapı açıldığında sadece AKP-MHP ittifakını değil bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti devletini ağır töhmet altında bırakabilecek konular, bilgi ve veriler ortalığa dökülebilir. Ayrıca bu bahis açıldığında mevcut iktidarın resmî muhalefete göre daha tutarlı, kararlı ve “becerikli” görünmesi ve dolayısıyla kazançlı çıkacağı da hesaba katılmalı. Şöyle ki; mevcut iktidarın Suriye politikasının son yedi-sekiz yıldır hemen tamamen “Kürt sorunu”na endeksli olarak yürütüldüğünü, sadece Suriye’dekinin değil Irak’taki hatta İran'daki Kürt özerk veya yarı özerk bölgelerinin tasfiyesi hedefiyle bölge ulus-devletleri ve ABD, Rusya gibi “büyük güç”lerle antlaşmalar peşinde koştuğunu biliyoruz. Resmî muhalefetin de onayladığı bir yaklaşım bu. Kürt paranoyasıyla malul bir Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan bu yaklaşımın genel olarak kabul gördüğü –iktidar ve resmî muhalefet seçmenlerinin oluşturduğu– çoğunluk, o paranoyanın asli patentlerine sahip AKP ve MHP’nin bu yaklaşımı çok daha kararlı ve alışkın biçimde uygulayacağına inanır elbette.
Dolayısıyla İstiklal’deki terör eylemini mevcut iktidarın Suriye’deki paydaşları ile ilişkili olabileceği ihtimali üzerinden konuşmak, oradan da son on yılın Suriye politikasını tartışma aşamasına geçmek bu konularda esasta ortak olan iktidar ve resmî muhalefet için “sıkıntılı” olabilir; ama öte yandan Türkiye'nin özel olarak Suriye ve genel olarak Ortadoğu ve mücaviri bölgelere ilişkin politikalarını kökten sorgulayan, onu rehin alan paranoya düzeyindeki bir Türk milliyetçiliğinin göstereceği ufuktan çok daha aydınlık ve ferah bir ufkun olabileceğini anlatacak olanlara ciddi bir imkân sağlamak demektir. Dolayısıyla bu imkânı köreltmek veya örtmek hem mevcut iktidarın hem de resmî muhalefetin ortak çıkarıdır. Bunun için dikkatleri ABD'ye yöneltmekten daha elverişli bir yöntem var mıdır?
İşte bu yüzden, Süleyman Soylu daha ortada hiçbir somut kanıt ya da karine olmaksızın, bütün teamülleri çiğneyerek ABD’yi şimdiye dek görülmedik sertlik ve ağırlıkta bir dille suçladığında ne kimse “açıkla şu dediklerini” diye ısrar etti; ne bu iddiayı doğrulayacak kanıtların peşine düşüldü ve ne de ilgili taraflardan iddiaya/ithama ilişkin cevaplar verildi. Ülke içinde birileri kalkıp ABD’nin azmettirici olduğu iddiasının kanıtları ne diye soracak olsa, pek çok solcunun da derhal katılacağı bir koronun “ABD’yi mi savunuyorsun?” diye başlayan hücumuna maruz kalacağı için örtme, dikkatleri başka yöne çekme yönteminin epeyce garantili sayıldığı belli. ABD’nin gösterebileceği tepkiye gelince; onun da değil tepki göstermek tam bir yok sayma tavrı alması, Soylu’ya ve ithamına cevap vermeye bile tenezzül etmemesinden ziyade, –müttefiki– Türkiye’nin yöneticiler katının bu olay bağlamında ülkedeki Amerikan karşıtlığını kullanmaya ihtiyacı olduğunu “anlıyor” oluşuyla ilişkilidir herhalde.
Asıl konumuzla doğrudan bağlantılı değil ise de; Soylu ve “anlayışla karşılanma” denildiğinde ister istemez akla gelen bazı olgulara da değinmek şart oluyor. Örneğin neredeyse iki yıl oluyor Soylu, muhalefetin yanı sıra AKP içindeki bazı hizipler tarafından yapılan eleştirilere güya cevap verirken, sorulmadığı halde “mafyanın maaşa bağladığı bir (?) siyasetçi”den bahsetti. “Normal” bir devlet düzeninde ya kim(ler) olduğunu ve apaçık kanıtlarını açıklayıncaya kadar peşi bırakılmaz ya da müfteri muamelesi görür, istifaya mecbur edilirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı. Soylu “ismi savcıya verdim” dedi ve olay kapandı. Bir süre sonra aynı Soylu tüm siyasetçiler katını ilzam edecek bir üslupla “elimizde ne kasetler var” mealinde sözler ettiğinde de bir şey olmadı. Bunlardan sadece Soylu’nun aşırı güçlü, destekleri sağlam bir bakan olduğu sonucuna varmak eksik olur. Asıl görülmesi gereken nokta, o verdiğimiz örneklerde bahsedilen konuların, yani “birileri tarafından maaşa bağlanma” ve “kirli çamaşırlar” bahislerinin iktidarı ve resmî muhalefetiyle tüm “siyasi sınıf”ın ortak çıkarını ilgilendiriyor oluşudur.
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz: Toplum olmanın olmazsa olmaz bir boyutu, “kurum”u olarak siyaset, eğer tamamen değilse de büyük ölçüde “siyasetçi” denilen kesimlerin özel faaliyet alanı haline gelir; böylece bir “yönetenler/siyasetçiler katı/sınıfı” teşekkül eder ve siyaset onların temsil iddiasını taşıdıkları kesimler adına yürüttükleri bir iktidar –güç– için mücadele “oyunu”na dönüşür ise; bu oyunun topluma dönük yüzünde elbette siyasi görüş ortaklıkları göze çarpar, ama öbür –en azından gölgeli– yüzünde de tümünün bir “sınıf” olarak ortak çıkarları zamanla kalınlaşan bir katman olarak yer alır. Toplum ve düzeni kendi normalleri içinde işlerken siyasal güç mücadeleleri de oyunun kurallarına göre yürür ve örneğin Soylu’nun yapıp ettiklerinin biri bile onun siyasi kariyerini derhal bitirirdi. Türkiye’nin yakın geçmişinde dahi bunun örnekleri var. Ama toplum ve düzen krize girdiğinde ve kriz derinleştikçe sadece oyun kurallarının ve “mücadele etiği”nin çiğnenmesi sıklaşmaz; “yönetenler/siyasetçiler katı”nın kendi ortak çıkarlarını koruma refleksi de kabarır, bu çıkarları koruma ile düzeni koruma bir ve aynı şey olarak algılanır olur. AKP-MHP blokunun Abdullah Öcalan dahil “siyasetçiler katı”na resmî ve gayri resmî olarak dahil sayılan her kişi ve örgütle daha dün söylediğini inkâr ediyor olmasına aldırmaksızın temas ve uzlaşma hamleleri yapabiliyor olmalarına “bu ne tutarsızlık” demeden önce, ülkenin giderek ağırlaşan bir buhran sürecinde olduğunu göz önüne alıp o bahsettiğimiz ortak çıkar faktörü üzerinden bakınız bir de. Çünkü ortada giderek derinleşen bir buhran hali varsa düzenin çökmesi, yıkılması ihtimali de var demektir. Düzenin yıkılması ise o düzen içinde teşekkül etmiş yönetenler/siyasetçiler katının da sonu demektir. O nedenle de bütün bileşenleriyle bu katın mensupları ne krizin derinliğini ne de düzenin çökme ihtimalini dillendirebilirler. Sorunun pek de zor olmayan bir yönetim, bir –en fazla– rejim sorunu çapında olduğunu söylemek, empoze etmek zorundadırlar.
Dolayısıyla yaşanan buhranın gerçek, bütün boyutlarını göstermeyi ve bunun bilincine varılması için uğraş vermeyi onlardan beklemek boşunadır. Bu çaba ve onun ürünü olacak silkiniş ve yeni bir toplum yaratma bilinci ve iradesi ya onlara rağmen belirecek; ya da içine girdiğimiz giderek kararan belirsizlik hali 2023 ve ertesinde de sürüp gidecektir.