Kılavuzu Karga Olanın...
Orhan Koçak

Artık alıştık, her seçim döneminde HDP ve Kürt hareketi çevresinde tam teşekküllü bir hermenötik durum oluşuyor. Hiçbir öğe eksik değil: mesajlarının anlamı her zaman çok berrak olmayan, kutsallaştırılmış bir otorite kaynağı; yorumlanmaya muhtaç (farklı yorumlara açık) bir mesaj; ve bir yorum topluluğu ki birbiriyle çekişen, çatışan taraflardan oluşmakta. Belki tek eksiğin şekillenmiş bir yorum protokolü olduğu söylenebilir, mesajın açımlanmasında başvurulması gereken kurallar, yöntemler ve ara- ya da ek-metinler. Ama biliyoruz ki hem en uzun ve en işlenmiş, hem de en esnek ve zengin yorum geleneği olan Yahudi hermenötiğinde bile bu yöntemler iki bin yıllık süreç içinde belirginleşmiş ve gerek topluluk içi kavgalar gerekse topluluk dışından gelen etki ve darbeler bu protokolün katılaşmasına imkân tanımamıştır. Ama hahamlar size söylemezler bunu.

“Yorum durumu” dedik, süresi uzamış da olsa bunu tek bir an olarak düşünebiliriz: yorum ânı, bu türden başka anlar gibi bir kriz ânıdır. Eğer bir totoloji olmasaydı buna yorum krizi de diyebilirdik, çünkü yorumla kriz aynı şeydir. Her yorum potansiyel bir krizdir ve yapılan yorumun kendisi de çoğu zaman bu krizi yatıştırmaya, örtmeye hizmet eden bir tekniktir, nafile. Gershom Scholem’e değil, yatıştırılmaz ustasına başvuruyorum. Daha “Bir Mücadelenin Tasviri”nden itibaren bütün yazdıkları şu veya bu şekilde yorumla ilgili olan Kafka, dolaysızca yorumu konu alan kıssasını kısa ömrünün sonuna doğru yazar: “Mesel Hakkında”.  Tamamı alıntılanacak kadar kısa.

Birçokları, bilgelerin sözlerinin sadece mesel olduğundan ve günlük hayatta işe yaramadığından yakınır ki bize verilmiş tek hayat da odur. Bilge “oraya git” dediğinde bize belli bir yere gitmemizi söylemiyordur, eğer zahmete değseydi biz bunu o söylemeden de yapardık; kastettiği şey, masalsı bir öte-yerdir, bizim bilmediğimiz ve kendisinin de daha kesin biçimde tarif edemediği bir yer; dolayısıyla bize yardımcı da olamıyordur. Aslında bütün bu mesellerin söylemeye çalıştığı şey, anlaşılmaz olanın anlaşılamayacağıdır sadece, ve biz de bunu zaten biliriz. Ya her gün didişmek zorunda olduğumuz dertler: bu büsbütün başka bir meseledir.

Bununla ilgili olarak bir adam bir tarihte şöyle dedi: Niçin bu inat? Sadece meselleri takip etseydiniz siz de mesel olurdunuz ve böylece bütün günlük dertlerinizden kurtulurdunuz.

Bir başkası şöyle dedi: İddiaya girerim ki bu da bir meseldir.

Birinci adam: Kazandın.

İkinci adam: Ama yazık ki sadece meselde.

Birinci: Hayır, gerçeklikte: meselde kaybettin. 

Biraz dursun bu metin zihnimizde, hemen açımlamaya, yorumlamaya girişmeyelim. Güncel örneğimize dönelim. Öcalan’ın 23 Haziran 2019 yerel seçiminden önce, Munzur Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Kemal Özcan gibi bu bağlamda anlam verilmesi güç bir şahsiyet tarafından kamuoyuna iletilen “el yazılı” mektubunun seçimle ilgili kısmı şöyleydi: “HDP’de vücut bulan demokratik ittifak anlayışı güncel seçim tartışmalarına taraf ve payanda yapılmamalıdır. Demokratik ittifakın önemi ve tarihsel anlamı, mevcut ikilemlere kendini angaje etmemesi ve şimdiye kadar olduğu gibi seçimlerdeki tarafsız çizgisinde ısrar etmesidir.” (a.b.ç.)

Benim gibi bir HDP seçmeni için Öcalan’ın ne kastettiği yeterince açıktı: seçimde siyasetin -o tarihteki- iki kutbuna da oy vermeyin, tarafsız kalın. Ben de Öcalan’ın önerisinin yanlış olduğunu düşündüm ve HDP seçmeninin (ve kadrolarının) büyük çoğunluğu gibi sandığa gidip burnumu tutarak da olsa oyumu CHP adayına verdim. “Durumun” bu kadar basit olmadığını, çünkü mesajın belli bir muğlaklık içerdiğini sezer gibiydim; ama kısa bir süre sonra bu yorum-kriz benim beklediğimi de aşarak önümüzde hafifçe ürkütücü, hafifçe iğrenç ama muhakkak ki büyüleyici dev bir tropik çiçeği gibi açıldı, dallanıp budaklandı. İlk uyarı, yine HDP’li bir yakın arkadaşımdan geldi. “HDP örgütü ve tabanı herhalde Demirtaş’ın seçimde bağrımıza taş basarak da olsa CHP’li adayı destekleyelim önerisini daha makûl bulduğu için Öcalan’ı dikkate almadı” dediğimde tuhaf bir tepkiyle karşılaştım. Kendisinin “meseleyi öyle görmediğini”, Öcalan ile Demirtaş’ın çağrıları arasında bir çelişki bulunmadığını söyledi: ikisi de bir tarafa angaje olunmamasını söylemişti, yapılması gereken ve yapılan şey angaje olmaksızın ehven-i şeri seçmekti.

Ama bence bu kadar da basit değildi “durum”. Çünkü bu sonuca varılmasında bile birbirinden çok farklı niyet ve yorumlar rol oynamış olabilirdi. Birincisi, “herhangi bir tarafa angaje olmaksızın ehven-i şerrin saptanması” işi (Öcalan bir işaret vermediğine göre) HDP örgütüne ve Demirtaş’a bırakılmış mı oluyordu? Buna HDP içinden açık ya da kapalı herhangi bir cevap gelmediği için Kürt hareketini çevreleyen kutsallık halesi daha da kalınlaştı. Oysa meseleyi “irade-i kül ve irade-i cüz” terimleriyle ele almak bile bu halenin biraz olsun seyrelmesine ve Kürt siyasi hareketinin (Demirtaş’ın tepki çekmek, hakaret işitmek pahasına) uğraştığı sekülerleşmesine hizmet edebilirdi. Ama “yorum topluluğunun” kendi arasında bile bunu açıkça tartışmaktan geri durduğunu sanıyorum ben. Demek gerekliydi kutsalın halesi, işlevseldi, tartışmayı başlamadan bitiriyordu.[1]

İkinci bir mesele, otorite kaynağının muğlak mesajını “CHP (ya da muhalefet) adayına oy verin” şeklinde yorumlarken inançlı ve iyi niyetli HDP’linin bu yorum/tercüme işlemine nasıl baktığıdır. Mesajın sahiden bu anlama geldiğine inanmış mıdır, yoksa o da Vatikan’ın dünyevi iktidarla uzlaşma formülünü mü uygulamaktadır, “Apo’nun hakkı Apo’ya, Selo’nun hakkı Selo’ya” diyerek?[2] İkincisi, belli bir sekülerleşme eğiliminin daha geniş HDP seçmeninde de yankı bulduğu anlamına gelir. Ama böylece mesele bir anda çözülmüş de olmaz. Süregiden ölümler, mahkûmiyetler ve tecritlerle birlikte kutsal ile yorum-kriz de kendilerine yeni beslenme kaynakları ve yeni yollar bulmaya devam eder.

Bir de mesajın çıkış noktasıyla ilgili sorunlar var: Öcalan, bu “elastiki” mesajın “CHP adayına oy” şeklinde yorumlanacağından zaten emin olduğu (ve ayrıca kendini devletin baskısından haklı olarak korumak istediği) için mi böyle ifade etmiştir kendini? Yoksa tersi mi geçerlidir: HDP seçmeni sandığa gitmeseydi Öcalan’ın daha memnun olacağını mı düşünmeliyiz? Öte yandan, mesele sadece Öcalan’ın kişisel “içtenliğine” de indirgenemez: bir de mesajın “çağırıcısı” veya ısmarlayıcısı olan Devlet vardır. Orada muğlaklığın daha az olduğu veya hiç olmadığı öne sürülebilir: niyet baştan bozuktur ve açıkça Öcalan’ın “CHP’ye oy yok” demesi istenmektedir. Ama rejimin bir “muğlaklık riskini” göze aldığı da söylenebilir: PKK liderinin açıkça böyle bir şey söyleyemeyeceğini, daha lastikli ifadeler kullanmak zorunda olduğunu herhalde biliyorlardı. Başka bir deyişle, yorum-krizin dallanıp budaklanmasına sadece zorbalıkla, tecritle, iletişim kanalarını tıkamakla değil, tam istediğini elde edemeyeceğini bildiği halde o iletişim kanallarını çarpıtarak açmakla da hizmet etmiştir rejim. Kutsal, devletin de soluduğu havadır.

Kafka’nın bu kavşakta önümüze koyduğu alternatifleri düşünelim şimdi. Bir kere, muğlaklığın otorite kaynağının kendisinden kaynaklandığını söylüyor mesel: “bizim bilmediğimiz ve kendisinin de daha kesin biçimde tarif edemediği bir yer; dolayısıyla bize yardımcı da olamıyordur.” Ama bunun kasıtlı mı kasıtsız mı olduğuna dair bir işaret yok metinde. Otorite, bilge kişi, bizi şaşırtmak, afallatmak istediği için mi bilmecelerle konuşmaktadır, yoksa başka türlüsü gerçekten elinden gelmediği için mi? Bununla ilgili bir yol gösterici yok metinde. Ama Kafka’nın romanlarını ve başka mesellerini düşünürsek, heterodoks Yahudilikte de kimi yerlerde ortaya çıkan ve Kafka’ya da cazip geldiği anlaşılan bir “muzip, kötücül tanrı” fikrinin birinci ihtimali desteklediğini varsayabiliriz [3]. Uzlaşmaz bir teori-pratik karşıtlığı düşüncesi de bu noktada beliriyor: mesel iyidir güzeldir ve günlük hayatta bize sunabileceği bir yarar yoktur.

İlk bakışta, yorumculuğun, meselciliğin ve dolayısıyla kutsalın (muzip) sözcülüğünü, hatta belki yazarın da sözcülüğünü yapar görünen birinci kişi, bu noktada insanlara (yorum topluluğuna) diyor ki şüphede kalmaktan, şaşkınlık ve bulanıklıktan kurtulmak istiyorsanız kendiniz yorum olun, gündelik hayattan ayrılarak meselin tarafına geçin: mesajla, tebliğle aranızdaki o korkutucu, baş döndürücü, iç bulandırıcı yorum aralığını, yorum mesafesini[4] ortadan kaldırmak için kendiniz dogma olun, nas olun, sözlerin düz anlamıyla, harflerle özdeşleşin. Gündeliğin dertleriyle yüzleşmeye de böylece ihtiyacınız kalmasın.

Topluluğun içinden kül yutmaz bir vatandaş çıkıyor ve “iddiaya varım ki bu da bir meseldi” diyor. Öbürünün “kazandın!” cevabına da, kazanarak çıktığı şeyin bir ölüm kalım sınavı olduğu aklının köşesinden bile geçirmeden, “evet ama sadece meselde” diyor, bilgece bir tavırla. “Yanılıyorsun,” diyor birinci haham, “günlük hayatta, gerçeklerin evreninde kazandın. Meseldeyse çuvalladın.”

Şimdi… Niçin kazanmıştır şehrin insanı, meselin “sadece” mesel olduğunu, pratikte, eylemde, karar ve tercihte bir karşılığı olmadığını bildiği için mi yorumun dipsiz kuyusuna (“labirentine” vs) düşmekten esirgenmiştir? Sekülarizmin, demek zamanın ilerleyişinin, kişilerin ahmaklıklarına rağmen (ve ahmaklık sayesinde) kazandığı zafer midir bu, Hegel’in ve Marx-Engels’in düşünmeye teşne olduğu gibi? Yoksa, biz ne düşünürsek düşünelim, düşündüğümüzde de haklı veya haksız olalım, bu diyalog-meselin kayıtsızlık ve hakikat noktası, iki tarafta birden kazanılamayacağından mı ibarettir; yorumun (düşüncenin, sanatın, öykünün) evreninde kazandığımızda gerçeğin evreninde çoktan kaybetmiş olduğumuzu mu anlamalıyızdır? – Ama meselin, yorumun alanında niçin ve nasıl kaybetmiştir iyi yurttaş? Mesel için “sadece mesel” dediğinden mi, yoksa bu meselin daha başından kendisi gibi pratik insanları kazandırmak üzere kurgulandığını anlayamadığı için mi? Felice’ye Mektuplar yazarının kafasını gerçeklerin kayasına çarpmaktan tuhaf bir zevk aldığını, belki de yaşadığını ancak böyle hissedebildiğini sezemediği için mi? Bu kayanın binlerce yılın yorumlarının birikip kireçlenmesinden oluştuğunu Kafka gibi kavrayamadığı için mi?

Kafka’nın metinleriyle karşı karşıyayken hiç unutmamamız gereken bir şey var: hiçbir zaman onunla buluşamayız, ya çoğu zaman bizden ilerde, bizden akıllıdır, ya da yine çoğu zaman bizden geride, bizden aptal. Günlüklerini okurken bile göz göze gelemeyiz. Üstelik, Hannah Arendt’in dediği gibi, “yalan şeyler söylemiyordur.” Ama nedense “doğru yazıyor” da denilememiştir.

Bu yazıda asıl konumuz olan güncel (ve “bize” ait olan) yorum-krize dönersek… Yorum bir bakıma bir aydınlanma ve sekülerleşme yöntemidir, özgün mesajın zamana, zamanın geçişine uyarlanma ihtiyacına delalet eder. Bizim şimdi ve burada bir şeyler söylememiz, bazı kararlar vermemiz gerekiyordur. Bu kararın doğru olacağının garantisi de yoktur. “Riks”le yaşamamız gerekir, en azından bir süreliğine. Ama yorum pratikleri, aynı zamanda, gerekli kıldıkları uzman/rahip/aracı/tefsirci hakimiyetinden bile bağımsız olarak, kutsalın gölgesini de büyütür, otoritenin sorgulanmaz kılınmasına hizmet eder. Şu halde güveneceğimiz, son kertede, kendi siyasal içgüdümüz müdür, ya da son dönemin nedense pek sevilen beyinsiz terimiyle “reflekslerimiz”?

***

Ama Kavka sözcüğünün Çekçede karga anlamına geldiğini, Dava yazarının da imzasını f harfi yerine v harfiyle attığını bilmiyor olabilir miyiz?


[1] “Selocan” ve “Demirtaş” sözcüklerinin Kürt hareketinin belli kesimlerinde alerjik bir nitelik kazanması da aynı yorum-krizin bir parçasıdır. Yeni Yaşam gazetesinde kendileri de edebiyatçı olan bazı yazarlar, Demirtaş’ın kurmaca yapıtlarının üçüncüsü (ki galiba sahiden en zayıfıydı) çıktığında şöyle bir tepki gösterdiler: “İlk bir iki kitabı yayınlandığında amatör bir hevestir, hoş görmek gerekir dedik, ama artık üçüncüsü de geldiğine göre adam kendini bir edebiyatçı olarak takdim ediyor demektir, eh o zaman bizim de pozitif ayrımcılığı bir kenara bırakıp sıkı eleştiriye geçme hakkımız doğar.” Keşke bu ânı beklemeyip ilk kitaplar için de bir iki laf edebilselerdi, daha dürüst olurdu. Sanıyorum Recep Erdoğan, “Edirne’deki İmralı’dakine hesap verecek” diye kükrerken HDP ve Kürt hareketi içindeki bu bulanmayı da hesaba katmıştır. İsabetsiz olmadığı da görüldü: şiddeti kınayan son açıklamalarının ardından PKK ve çevresinden Demirtaş’a gelen epeyce ağır hakaretleri hatırlayalım.

[2] Nitekim yakın zamanda Demirtaş’ın tartışmayı bitirmeye yönelik açıklaması da böyle bir tavra işaret ediyor gibi: “Öcalan, Öcalan’dır [ben de benim?]”

[3] “Yasalarımızın Sorunu” adlı kısa parça şöyle başlar: “Yasalarımız genellikle bilinmiyordur; bizi yöneten küçük bir soylular grubu bu yasaların gizli kalmasını sağlar. Bu kadim yasaların kılı kırk yararak uygulandığına inanırız; yine de kişinin bilmediği yasalarla yönetilmesi son derece acı verici bir şeydir.” Bu serinin belki son yazısı olacak bir Kafka denemesinde bu mesele de bolca değinme fırsatımız olacak.

[4] Yorum aralığı kavramı için bkz. bu yazarın bu mecrada daha önce çıkmış “yoruma dair” iletiler dizisi.