Bu enflasyonu yaratan, bu pahalılığa yol açan parti, normal ahvalde, girdiği ilk seçimi kaybederdi. AKP’nin de, şu son bir iki yıl içinde ciddi sayılır bir oy kaybına uğradığını duyuyor, zaman zaman kendimiz de görüyoruz. Ama bu oy kaybı AKP’ye önümüzdeki seçimi kaybettirecek kadar büyük mü? Bir zamanlar AKP’ye verilen oyların geri dönmesi imkansız mı? Bu sorulara güvenle “evet” diye cevap verenler var. Ben gidişata böyle kesinlikle bakamıyorum, böyle bir kesinlik göremiyorum.
Çünkü Türkiye başka türlü bir “bölünme” içinde seçime gidiyor. Sorun, faiz hakkında verilen kararın doğru ya da yanlış olması sorunu değil. Belki Nizam-ı Cedid’e kadar uzanıyordur: bir tarihte verilen “Batılılaşma” kararı doğru muydu, yanlış mıydı?”ya dayanıyor. Bu toplumu iki yüz yıldır bölen, iki ayrı ulus gibi yaşamasına yol açan “hattı” tartışıyoruz. 2002’den beri AKP’ye oy vermiş kitle içinde sanırım “İşler iyi gitmiyor” diyen çok. Ama işleri iyi götüremeyenler, sonuç olarak, “bizimkiler”. Domates yirmi liraya çıktı diye oyumuzu onlardan esirgeyecek miyiz? Esirgersek, “fan-fin-fon”cuların yeniden iktidar olmasına yol açmaya hazır mıyız? Onlar ki bizi adam yerine koymazlar, hiçbir zaman koymamışlardır, kendi elimizle onları mı seçeceğiz?
İktidar da, özenle ve titizlikle “kamplaştırma” siyaseti uygularken belirli bir kesimde hala canlı olan bu gibi duygulara dokunmaya çalışıyor. Onun “yerli ve milli”si bu dili konuşan ve bu ruh halini yaşayan kesim.
Gerçekten de, bu kesimin oylarını AKP’den çelmenin imkanı yok — en azından kısa vadede. Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” söylemi ya da başörtüsü özgürlüğü için yasa önerisi verme gibi politikaları da bu kesimin bir ölçüde olsun yumuşatılması, konuşmaya ve dinlemeye açık hale getirilmesi için. Bazıları muhtemelen yeni bir 28 Şubat harekâtı bekliyor olabilir, ama böyle bir şeyin olacağı yok. Yani bu tarihi sorunlar çözülecekse bunu “hakem” yetkisi verdiğimiz biri gelip çözmeyecek; biz kendimiz, konuşarak, tartışarak, kendi aramızda çözeceğiz.
Tayyip Erdoğan’ın son hamlesi, malum, İmamoğlu davası oldu. Mahkemenin kararı da ciddi tepki yarattı (yurt dışında da). İşte, Saraçhane v.b.; şimdi her yerde insanlar seslerini yükseltiyor, diyorlar. Umarım öyledir. Öyleyse bu AKP’nin katkıda bulunmak isteyeceği bir durum olmasa gerek. İyi de, böyle sonuçlar vereceğini AKP, daha doğrusu Tayyip Erdoğan düşünmemiş olabilir mi?
Erdoğan’ın kendi başından geçenlerle göz çıkartacak kadar benzeşen bu girişimi yaparken böyle tepkileri göze almadığını varsayabilir miyiz? Sanmıyorum. AKP’nin toplumda popülaritesini kaybetmesiyle kendi davranışlarında ölçüyü kaybetmesi arasında bir denge var. Yani bize “aşırı” görünen tedbirlere, politikalara başvurabiliyor. Gene de, toplumun en azından yarısının kendileriyle aynı değerleri paylaşmadığının farkında olmalılar. Öyleyse niçin, neye dayanarak göze aldılar?
Bundan önceki yazımda, Erdoğan’ın bir “yola” girdiğini söylemiştim. Olaylarda bu “yolun” kısmi bir payı olduğu kanısındayım. Nedir bu “yol”? İster istemez şiddeti içeriyor. Örneğin Erdoğan’ın kendi kararına ya da eylemine karşı insanların bir protesto hareketi (örneğin bir miting, bir yürüyüş) yapmasına tahammülü yok. Toplumu kendi anladığı biçimde İslam’a göre yaşayan bir toplum haline getirme cehdinde yargıya, dolayısıyla mahkemeye, savcıya, yargıca, böyle olunca elbette polise en önemli yeri veriyor. Yapmak istediği şeyi vura vura yapacak. Onun başlattığı ve topluma yerleştirdiği (tabii bunun çok uzun bir “evveliyatı” da var) “kaba kuvvetle çözüm” yöntemi bir hayli yaygınlaştı. Polis şiddeti tehlikeli derecelerde olağanlaştı. Kırda, kentte, her yerde bir kıpırtı oldu mu, tabur tabur polis “vaka mahallinde” hazır ve nazır. Coplarla, bombalarla başlıyor, gözaltılar, tutuklamalarla devam ediyor. Reis, itaatkâr toplum görmek istiyor. Burada da Mahkeme kararını verdi mi, verdi. Zaten “Benimle ilgisi yok! Mahkeme bu!” söylemine hemen girdi.
Bu, Erdoğan’ın ve güvendiği kadroların genel tavrı, genel üslubu. Ama İmamoğlu konusunda sanırım biraz farklı beklentileri var. “Beklenti” dediğim şöyle bir şey: karşısına somut bir biçimde “Altılı Masa” kimliğiyle çıkan muhalefetin birlikte hareket etme yeteneğini ve yöntemini işlemez hale getirmek istiyor. Yani mahkeme kararının muhalefet cephesinde böyle bir hareketlenme yaratması, hatta biraz da istenen bir şey olabilir. Evet, belli ki bu ceza İmamoğlu’nu belirli kesimlerin gözünde “kahraman” haline getirecek. “O halde aday da o olsun” diyenlerin (yani “Kılıçdaroğlu aday olmasın” diyenlerin) sayısı artacak. Herhalde Kılıçdaroğlu bundan memnun kalmayacak — ama Meral Akşener kalacak ve İmamoğlu lehinde politikalarına hız verecek. Kimbilir, belki masada oturan altı kişinin arası da açılır bu noktadan başlayarak.
Birçok kişi söylüyor, bana da akla yakın geliyor: şu yirmi küsur yıldır toplum Tayyip Erdoğan riyasetinde ilerleyen bir toplumun ne demek olduğunu gördü. İlk yıllarda işlerin gidişinden hoşnut olanların epeycesi, bu “riyasetin” pek de parlak bir şey olmadığını görüp anladı. Reis, oylarının bir kısmını muhafaza ediyor. Bunların sayısı az olmamakla birlikte Reis’e gerekli olan orana çıkmıyor. Dolayısıyla bir şeyler yapıp oylarını artırması gerek. Ama bu da hiç kolay değil. Reis’ten vazgeçenin sağlam nedenleri var. O halde en “verimkar” yöntem karşı cepheyi “cephe” olmaktan çıkarmak olabilir. Orada bir hayal kırıklığı yaratmak, insanları “Oy vermeyeceğim. Vereceğim de ne olacak? Bunların hepsi aynı mal” diyecek ruh haline getirmek (bir yanda çeşitli korkular da olacak tabii) işe yarar mı yarar. Bunun için o cephenin önderlerini birbirine düşürmek en sağlam yol. Sanırım böyle düşünüyor, bu hedefe vardıracak manevralar tasarlıyor, planlıyor. Peki böyle bir taktik başarılı olur mu? “Hayır, olmaz!” diyemem. Bu “demokrasi cephesinde” HDP adında bir parti bulunmaması zaten neler olur, neler olmaz, bir fikir veriyor.
Reis Türkiye’ye bir ikinci 1946 yaşatır mı? Yaşatmak için elinden geleni ardına komaz diye düşünüyorum. “Elinden ne gelir”? Göreceğiz.
“İktidarda kalmayı başarsın da kendi mahvettiği ekonomik katastrofla yüzyüze gelsin” diye düşünmek de mümkün.