Psikiyatri ve psikolojiye yönelik merak ve ilginin, ruhsallıkla ilgili mesele ve analizlerin giderek çoğalması, öne çıkması ve dallanıp budaklanmasına parelel biçimde tuhaf bazı arayış ve girişimlerle çok sık karşılaşır olduk sanki. Bazılarını zaten biliyorduk: Zamanın ruhunu yansıtan, zamanın ruhuyla ve eğilimleriyle, günümüzün yasak, emir, korku ve kaygılarıyla yakından ilişkili, oradan beslenen, orada oyalanan ve hepimizi oraya sabitlemek isteyen devasa kişisel gelişim sektörü, koçluk müessesesi, farkındalık egzersizleri ve terapileri, aile dizimi terapileri vb. En azından bu alanda çalışan ve farklı formasyonlara sahip klinisyenlerin üzerinde nispeten daha kolay mutabakat sağladığı bir sürü ıvır zıvır.
Şöyle şeyler zuhur etti bir de: Yıllardan beridir var olagelen ve eleştiri konusu yapılan bir tutumun neredeyse tam zıddı bir akım ve eğilim. Toplumsal, politik bazı mesele ve yapıların psikanalizin/psikolojinin/psikiyatrinin kavram ve terimleriyle, onlara indirgenerek, deyim yerindeyse psikolojize/psikiyatrize edilerek ele alınması ve çözümlenmesi tutumunu, bunun örneklerini zaten biliyorduk. En klasik örneği, toplumu organik bir analoji içinde ve canlı bir beden olarak düşünen/temsil eden, o organik/biyolojik jest sayesinde toplumdaki yapısal/tarihsel bölünme ve hiyerarşileri doğallaştırarak meşrulaştıran, dolayısıyla kaba bir medikalizasyonla malul korporatizm olan bir dizi ideoloji. Bunun tam zıt kutbunda yer alan şimdiki akım, eğilim ve hevesleri şöyle tarif etmek mümkün: Psikoloji/psikiyatri kliniğinden tamamen kopuk, klinisyenin en temel çıpası ve referans çerçevesi olan kliniği ıskalayan, umursamayan, bazı felsefi kavram ve gelenekleri bağlamlarından kopartarak, özensizce ve birebir tercüme ile kliniğe aktaran, böylece kliniğin altını oyan ve yerini boşaltan, bir tür "ben yaptım, oldu" ürünü bazı fenomenler. Hastanın/danışanın ıstırabına ve psikopatolojiye yönelik herhangi bir kavrayıştan ve semptom kavramından yoksun, hangi süreçlere, olgulara, tarihe, yönteme ve tekniğe yaslandığını, hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığını bilmediğimiz bazı aşırı girişimler. Klinik kaide ve ölçünün hesaptan düşülmesi ölçüsünde kendine zemin bulan bazı kendini ve haddini bilmeme örnekleri. Klinikte, somut insanların acı ve çaresizliklerinin dile geldiği mahrem sahnede işlenen fecaatların boyutları umarım sandığımız kadar büyük değildir.
İnsana derinliğini ve yüceliğini bahşeden, dünyadaki yerine yerleştiren simgesel/kültürel yapı ve araçların etkisini yitirmesi ve çökmesi, demek her türlü sınır, çerçeve ve kuralı sağlayan simgesel referans ve çıpaların ortadan kalkmasıyla birlikte zuhur eden sınırsızlık, kuralsızlık ve had bilmezlik vakaları, kerameti kendinden menkul bu oluşumlar şimdiki zamanın alamet-i farikalarından biri olarak görülmelidir belki de.
Yeniden altını çizeyim: Buradaki temel nokta, felsefi bazı içgörü ve kavramlarla kliniğin alanının ve kapsamının genişletilmesi ve zenginleştirilmesinden ziyade felsefenin kliniği istila ve ikame etmesi nedeniyle yalnızca kliniğin (psikopatoloji kuramları, terapi tekniği ve süreçlerinin) değil, aynı zamanda ilgili felsefe disiplini ve öğretilerinin de yerinden edilmesi, altüst olması ve tanınmaz hale gelmesidir.
Psikiyatri/psikoloji alanında şimdi karşımıza çıkan çoğu oluşum, cereyan, yapı ve eğilimin arkaplanında 1980'lerin sonunda başlayarak 1990'larda iyice belirginleşen ve hissedilir hale gelen büyük bir kırılma var bence. Bu kırılmaya yol açan şey, Amerikancı düşünme biçimi olarak adlandırabileceğimiz DSM sistemi ve mantığının alana hakim olması ve yeni tip anti-depresan ilaçların ortaya çıkması ve büyük bir propaganda faaliyeti/aygıtıyla sunulmasıydı. Zaten bence, DSM sisteminin reklam ve tanıtımını, çoğaltılması ve yaygınlaştırılmasını büyük ölçüde devasa ilaç sektörü üstlendi. Karşılıklı olarak birbirlerini beslediler, birlikte yol aldılar. Başlı başına uzun bir hikaye bu. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetineyim. Teorik/yapısal açıklama ve anlama çaba ve yaklaşımlarını reddeden ve yok sayan, ateorik olmayı yücelten, saf gözleme dayalı bir bakış bütün alanı belirler hale geldi. Yukarıda bir yerde duran ve dış dünyadaki inceleme nesnesini saf haliyle tasavvur eden ve gözlemleyen, güya nesnel ve mesafeli gözlemcinin bakışı. Normal/anormal, hastalık/bozukluk/sağlık, kişilik, ruhsal yapı ve ıstırap, velhasıl tüm psikiyatri/psikoloji bir tür istatistiğe indirgendi, istatistiklerden ibaret hale geldi. Her somut ve bireysel durumda bütünüyle kendi özgü ve tikel nedenlerine, bir geçmişe, kendi biricik anlamına sahip olan ruhsal acı ve sıkıntı, bu referanslarından ve bağlamından tecrit edilerek evrensel, genel, anlık ve tarih-aşırı bir takım veri kümeleri olarak tarif edilir oldu. Her somut acı, korku ve kaygının, esasında özgül hiçbir şey anlatmayan, hiçbir özgül temsiliyeti olmayan o evrensel düzeyden/tariflerden (DSM kriterleri) tikele ilerledikçe, ancak o hat üzerine yerleştirildiği ölçüde asıl anlamına ve nedenlerine kavuşacağı hakikatine sırt dönüldü. Kliniğin, yani tanı ve tedavi pratiğinin esasını oluşturan şeyin zaten bu olduğu, içi boş gösterenlerin ikamet yeri olan evrensel/genel düzeyden, o gösterenlerin özgül içeriklerini edineceği somut, tekil, tikel düzeye, ıstırabın öznesine ilerlemek olduğu bilgisi yok sayıldı. Tanı kriterleri, ölçek skorları, ölçme ve nicelleştirme hayhuyu arasında ıskalanan şey ruhsal ıstırap oldu. Hazin bir hikaye bu.
Bu arada, önceki depresyon ilaçlarında olduğu gibi herhangi bir sedasyona/ uyuşukluğa ya da uyku haline yol açmayan, zımba gibi olmayı sağlayan, zihinsel ve bedensel performansı artıran, canlandıran, dikkati ve konsantrasyonu artıran (kısmen böyle etkileri olsa da asıl olarak reklamı bu şekilde yapılan) ilaçlar birbiri ardına piyasaya çıkmaya başladılar. Sanki ilaç şirketleri şöyle demek ister gibiydi: "Her biriniz depresyondan ve panik bozukluktan/ataklardan nasılsa muzdarip olacak, onlarla karşılaşacaksınız. Merak etmeyin, ilacınız hazır." Nitekim müthiş bir depresyon ve panik atak salgını başladı. Hemen herkes o ilaçlardan birini kullanır hale geldi.
Psikiyatri/psikoloji kliniklerine depresyon ve panik atak/bozukluk belirti ve şikayetleriyle başvuran insanların ve anti-depresan ilaç kullanımının olağanüstü artışı ve yaygınlığı yeterince mesele etmedik sanki. Söz konusu artışın sebeplerini anlamaya yönelik bir ilgi ve merak ya uyanmadı ya da yeterince yaygınlaşıp güçlenemedi. Halbuki böylesi bir ilgi ve merak depresyon ve panik/anksiyetenin oluşum süreçleri ve dinamiklerine ilişkin içgörü ve kavrayışımıza bariz bir derinlik ve genişlik kazandırabilirdi. Dahası insan olmak, toplumun niteliği, bağlar ve ilişkiler, ben ve öteki, insan haysiyeti/onuru/benlik değeri, umut ve umutsuzluk, güven/güvensizlik, korku/kaygı, mutluluk/mutsuzluk, şiddet, çeşitli bağımlılıklar, arzu/kayıp/yas süreçlerine/fenomenlerine ve bunların anlamlarına ilişkin yeni açılımlar ve düşünme zeminleri sağlayabilirdi. Aynı tarihsel dönem sürüp gittiğine göre hiçbir şey için geç sayılmaz gerçi.
1980'lerle birlikte içine girdiğimiz dönemin en kestirme özeti galiba şu: Kapitalizm en sonunda kendi rüyasını gerçekleştirmiş, ete kemiğe büründürmüştür. Kapitalizmin sert, soğuk mantığının hayatın ve toplumun bütün alanlarını istila ettiği ve yeniden biçimlendirdiği hiper kapitalizm dönemi. İnsan varoluşunun piyasa/ticari ilişkiler ağına yakalanarak adeta silindiği, maddi ve manevi bütün müşterek varlıkların alınır-satılır bir meta statüsü edindiği, ticaretin ve piyasanın sıradan bir kalemi olmaktan kaçmayı başarabilen hiçbir yaşam alanının kalmadığı bir dönem. Eğrisi doğrusu şüphesiz tartışılabilir, ama gerçekleşen şey bu oldu. Bu dönem, esasen toplum diye bir şeyin olmadığı iddiasıyla insanların bir araya geldiği ve örgütlendiği, birlik ve dayanışma içinde olduğu bütün yapı ve örgütlerin hedefe yerleştirildiği, yıkıma uğratıldığı, sendikaların "iç düşman" ilan edildiği bir ideoloji eşliğinde ilerledi. Çünkü, sermayenin ve metaların özgürce akışının, hızla ve sorunsuzca yer değiştirmesinin önünde hiçbir engel olmamalıydı. İnsanlar ortaya çıkan yeni egemenlik ve iktidar ilişkilerine kendiliğinden ve kendi rızalarıyla, güçlü ve süreklilik arz eden direnişler sergilemeden tabi oldu ve uyum gösterdi.
Geride gerçekten de toplum diye bir şey kalmadı. Ortak heves ve heyecanlar, ortak amaç ve idealler, ortak hayaller etrafında bir araya gelmenin ve davranmanın, ortaklıklar oluşturmanın ve dayanışma içinde olmanın yararsız ve gereksiz görüldüğü bir tarih sayfası açıldı. Kendi varlığının dayanak, referans ve çıpalarını ötekilerde aramayan, kendini çoktan o ilişki ve bağlar matrisine kayıtlı ve gömülü saymayan, onların ürünü, aktörü ve öznesi olarak düşünemeyen, kendini bir kader ortaklığı olarak görmeyen, ortak bir gelecek tasavvuru olmayan yeni bir insanlık evresi. Herkesin başka herkesle soluk soluğa bir rekabet ve yarış içinde olduğu, bizzat kendi ilişki ve bağlarına saldırdığı; kendi olma, kendine yatırım ve yığınak yapma, kendinin en iyi versiyonunu yaratma, kendinin girişimcisi olmanın önümüzdeki tek seçenek olarak kaldığı yalnız, kimsesiz, dağınık, tükenmiş ve depresif bireylerin toplamından ibaret bir "toplum"un üyeleriyiz epeydir.
Ama diğer yandan şu da yok mu: Nasıl bir hayat yaşamak istiyoruz, değişmek istiyor muyuz, kendimizi yeniden ortak insanlık kaidesini paylaşan insanlık olarak düşünmeyi başarabilecek miyiz, kendimizi yeniden yeni ve güçlü bir biçimde tarif edeceğimiz yeni bir kader ortaklığı olarak tanıyacak mıyız? Önümüzdeki sorular bunlar hala ve muhatabı hepimiziz.