Türkiye en geç altı ay sonra yapacağı son derece kritik seçime önündeki iki alternatiften hangisini tercih edeceği sorusuyla gidiyor. 2021 sonbaharından beri bu seçime odaklanmış olan ülke kamuoyunda, o tarihten bu yana “temel veriler”in pek değişmemiş olması nedeniyle sonuçlar hâlâ “ortada” gözüküyor. O temel verilerin birincisi AKP-MHP ve CHP-İYİ Parti merkezli ittifakların alacağı toplam oyun %80’in biraz üzerinde olabileceği ama hiçbirinin –özellikle Cumhurbaşkanlığı için gerekli– %50+1’i tek başına elde edemeyeceğidir. İkincisi ise HDP’nin asgari %11-12 olup, pekâlâ 15’in de üzerine çıkabilecek ve ayrıca “blok olarak davranma özelliğine sahip seçmen kitlesinin mümkün her ihtimalde “anahtar” konumda, işlevde olacağıdır.
Türkiye’de siyasetin “bilinçaltı”nı ıskalayan ya da onu “Cumhuriyet’in kuruluş ayarları” ile ikame edip bunu da anayasanın “değiştirilemez” maddelerinin resmî anlam ve yorumuyla yetinerek dikkate alanlar düz mantıkla, bu durumda Cumhur ve Millet ittifaklarının “HDP’yi kazanmak” için kıyasıya rekabete gireceği sonucuna varabilirler. Oysa “hepimiz” biliyoruz ki böyle bir rekabet asla olmayacaktır. Çünkü ülke siyasetine hâkim kılınan hava tam tersinedir. Yani mevcut ittifakların her biri de HDP’yi kazanmak için bir girişime değil, böyle bir girişimin emaresini bile atfedebileceği rakibine “terörle işbirliği” narasıyla saldırmaya koşullanmış haldedir. Dahası böyle bir girişim ittifakın parçalanması riski göze alınmaksızın başlatılamaz da. HDP ile işbirliği ihtimalini dillendirmenin bile MHP’yi Cumhur İttifakı’ndan, İYİ Parti’yi Millet İttifakı’ndan koparacağına dair yerleşik bir kanı vardır.
HDP’ye yapılan bu “cüzzamlı” muamelesinin meşruiyet gerekçesi bilindiği üzere onun “PKK’nın uzantısı olduğu”, “terörle arasına mesafe koymadığı” gibi hukuki gerekçesi olmayan ya da “zorla” oluşturulmak istenen ama kamuoyuna fiili bir gerçekmişçesine empoze edilmesine çalışılan –ve kabul edilmelidir ki hayli de başarılı olunan– iddialardır. Ama bu iddiaların inandırıcılık gücü HDP ile PKK ve terör eylemleri arasındaki irtibat veya “iltisak” kanıtlarının yeterli oluşundan değil; asıl olarak HDP’nin temsil ettiği “Kürt realitesi”nin Türkiye siyasetinin “bilinçaltı”ndaki tedirgin edici kavranılış tarzından türemektedir.
Bu kavranılış tarzı, bir yanıyla bütün ulus-devletlerin çoğunluk ulusuyla “azınlık” ulus ya da etnisiteleriyle ilişkisi ile aynıdır. Çoğunluk ulus –ve ulus-devletinin– milliyetçiliği onlarda daimî bir ayrılma, bağımsız hale gelme eğilimi ve dolayısıyla bir güçsüzleştirme hatta “ihanet” potansiyeli görmeye koşulludur. Gerçi ulus-devletler demokratikleştikçe, eşit hak ve özgürlükler rejimi arızalarını giderdikçe bu koşullanma zayıflar ama asla büsbütün yok olmaz. Özellikle kriz dönemlerinde ilk “canlanan”lardan biridir bu.
Ancak belirtmeliyiz ki şu yukardaki gayet özet tespit, demokrasi, eşit hak ve özgürlükler talebinin önünü açan büyük altüst oluşlardan, kültür ve zihniyet dönüşümlerinden geçmiş olmanın ertesinde ulus-devlet formunu almış toplumlar için geçerlidir. Bu bakımdan her ne kadar Türkiye bir ulus-devlet olarak niteleniyor olsa da; bu devletin kurulmaya başlandığı yıl olarak kabul edilen 1923’te Türkiye toplumunun demokrasiyi, eşit hak ve özgürlükler anlayışını özümsemeye yatkın bir toplumsal değişim, kültür ve zihniyet dönüşümü yaşamış olduğu herhalde söylenemez. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletinin, önceki döneminden devraldığı, özellikle siyasal-kültür ve zihniyet kalıpları üzerinden modernist biçimler verilerek “inşa edildiği” pekâlâ ileri sürülebilir.
Bu devralınan ve Cumhuriyet’e geçişle de pek değişmemiş kültür/zihniyet kalıplarının en belirgin özelliklerinden birisi, eşitliği bir kavram ve değer olarak kabullenmeye yatkın olmayışı, direncidir. Gerçi bu kabullenme zorluğu ve direnç hemen tüm modern öncesi kültür ve zihniyet dünyalarında geçerlidir ama Müslüman dünyada –makul bir kıyaslamanın yapılabileceği yegâne din olan– Hıristiyanlığa göre bu direnç çok daha köklü, hatta temelde yer alan bir özelliktir. O nedenledir ki Osmanlı-Türk tarihindeki modernleşme karşıtı akımın başlangıcı, devletin uyruklarına hukuki eşitlik vaat ettiği Tanzimat ve Islahat fermanlarıdır. Sırf hukuki alanla sınırlı bir eşitlik vaadine bile “İslâm’a, dine ihanet” hatta benliğini/kimliğini inkâr ve “gavurlaşmak” diyecek derecede tepki göstermek sadece bu ülkedeki hâkim dinî –Sünni İslâmi– anlayışın eşitliğe inançsızlığının derinliğini göstermez; bunun yanı sıra onun kendini birilerinden üstün, avantajlı ya da imtiyazlı hissetmeye ne denli ihtiyaç duyduğunu da yansıtır. O nedenle Türkiye’de İslâmcı akım esasta modernleşme yanlısı olmakla birlikte Sünni-Müslüman tebaasının bu “ihtiyacı”nı okşayıcı tedbirleri de ihmal etmeyen II. Abdülhamid’i minnetle yad eder, idolleştirir.
Cumhuriyet’in kurucu kadrosu Osmanlı modernleşme mirasını devralırken onun modernleşme girişiminin taşıyıcısı olacak bir çoğunluk oluşturma bahsinde ağır bir başarısızlığa uğradığının da farkındadır. Elde kalan Anadolu ve Trakya'nın şimdi “%99’u Müslüman” halkının büyük çoğunluğunu teşkil eden Sünni Müslüman ahalinin dinî hassasiyetleri veri alındığında mutlak zorunluluk kabul edilen modernleşme hamlesinin kesinlikle tavsayacağı kararıyla kurucu kadro, bütün muhaliflerini bastırarak kendi programını yürürlüğe koyduğunda, bu girişimini taşıyacak çoğunluğu da Türk kimliği üzerinden oluşturmayı amaçlıyordu. O zamanlar etnik Türklerde bile dinî-mezhebî kimliğin hayli gerisinde olan “Türklük bilinci”nin bu kesimde yükseltilmesinin zorluğu bir yana, mevcut ahalinin asla azımsanamayacak bileşenleri olan Kafkas ve Balkan kökenli Müslüman halklar ile Anadolu’nun geniş bir bölgesinin otarşik halkı olan Kürtlerin “Türklük bilinci”ne entegrasyonu, yani asimilasyonu devasa bir sorun olarak duruyordu. Kurucu kadronun bütün bu sorunlar yumağının çözümü için bulabildiği yol Türklük dışında bütün kimlik ifşa ve taleplerinin yasaklanması veya “yok hükmünde” sayılması eşliğinde cezalandırılması idi. Bu politikaya entegre olanlar ise ödüllendirildi. Ve bu “ödüllendirilenler”, devraldıkları ve şimdi edindikleri konum üzerinden benimsedikleri o –eşitliğe alerjili– arkaik siyasal kültür ve zihniyet doğrultusunda kendilerini diğerlerinden “üstün” ve haliyle imtiyazlı (olması gereken) bir kesim olduklarına dair bir “kimlik bilinci” oluşturdular. “Cumhuriyetçi ideoloji” denilen şeyin ve ona –hiç de haksız denilemeyecek biçimde– atfedilen “kibirliliğin” esası ve kaynağı da buradadır. Ve bu kibre kan taşıyan ana damar Türk milliyetçiliği olduğu için ona direnen veya egemenliğini sorgulayan her kesim ve ideolojiyi “tehlike” derecesi oranında hasım saymasına mukabil, Türk milliyetçiliğini sahiplenmiş olanlara karşı kapısı daima açık olagelmiştir. O nedenle “Cumhuriyetçi ideoloji”nin “anayurdu” olan CHP’de tarihsel karşıtı ve rakibi İslâmcı harekete duyulan antipati ile kıyaslanabilir ölçüde bir Kürt antipatisinin varoluşu onun yapısal bir özelliğidir denilebilir. Çünkü onun varoluş gerekçesi olan “ümmet enkazından bir ulus yaratmak” hedefi, en sert, kanlı ve sürekli direnişi Kürt halkından görmüştür.
Dolayısıyla günümüz CHP'sinin HDP’ye karşı tavrını bu partinin PKK ile ilişkili sayılmasından ötürü duyulan çekincelere bağlamadan önce şu sözünü ettiğimiz “yapısal özelliği” dikkate almalıyız. HDP ile ittifak şöyle dursun seçimler için işbirliği girişimine bile İYİ Parti ile birlikte hemen karşı çıkacak olan “ulusalcı” bir kanadın CHP içinde hayli güçlü bir konumda yer aldığını biliyoruz. AKP’nin şahsında İslâmcı iktidar azgınlaştıkça, bu kanat da bu gidişatı 1930'lu yıllarda “altın çağı”nı yaşayan o mahut Cumhuriyetçi ideolojiyi sahiplenip parlatma fırsatı sayarak öne çıktı. Bu sahiplenme ile aynı zamanda o yıllardaki rejimin Kürt politikasını onaylıyor olduklarının da altını çiziyorlar. Dolayısıyla özellikle Kürt sorunu bahsinde İYİ Parti-MHP hattı ile aralarında pek bir fark yok.
Ama belirtmek de gerekir ki; halihazır CHP’de o “ulusalcı” kanada mesafeli olanlar da vardır ve çoğunluk oldukları için Kemal Kılıçdaroğlu gibi Alevi ve Dersim kökenli biri on yılı aşkındır bu partinin genel başkanı makamında duruyor. Ve bu on yılın bazı kritik dönemlerinde –CHP'nin artık bütünüyle sahiplenmediği ama silkinip de uzaklaşamadığı– o Cumhuriyetçi ideolojiye aykırı girişimleri de oldu. Bunların sonuncusu o hayli yankı uyandıran –ve haliyle partisindeki “ulusalcı”ların ciddi tepkisine yol açan– o “helalleşme” çağrısıdır. Bu çağrı, güçlü, derinlikli bir fikrî arka planla, argümanlarla desteklenmiş olmamasına rağmen, ülke siyasetini yüzyılı aşkındır “esir alan” o akut modernleşme sorunsalımızdan kopuş kararı doğrultusunda olduğundan ötürü önemli ve değerli idi. Bu nedenle de hâlâ o sorunsaldan “beslenen” ulusalcıları ve enkaz halinde AKP'nin “çekirdeği”ne sığınmış siyasal İslâmcı güruhu bir hayli rahatsız etti. Bu sonuncular, yani İslâmî hareket çökeltisi ve onların “Reis”i Erdoğan, o çağrıya aldırış edilmemesini ve CHP’nin yer aldığı cenahın hâlâ “eskisi gibi” olduğuna inanılmasını öğütlerken, 1930'ların Cumhuriyetçi ideolojisinin bu devirde sahiplenicileri de o çağrıyı siyasal İslâmcılığa yaltaklanma girişimi diye kınadılar öfkeyle.
Bu iki tavrın esaslı bir ortak noktası, dahası ortak bir kaynağı vardır. Eşitliği kökensel olarak reddeden, bu nedenle “uzlaşma”yı sadece muhatabının baş eğmesi koşuluyla kabul edebilen ve genelde dünyayı diğerlerine karşı verilen güç, üstünlük kavgaları gözlüğünden kavrayabilen, haliyle sığ ve dar bir zihniyet tarzını paylaşırlar. Dolayısıyla söz konusu çağrının ima ettiği hukuken eşitlenme önerisine “doğaları gereği” karşıdırlar.
***
Söz Kemal Kılıçdaroğlu’na gelmişken onun Cumhurbaşkanı adayı olması konusunda epeydir devam eden ve herhalde önümüzdeki ay sonucunu göreceğimiz tartışmaya da değinmek gerekiyor.
Daha önceki iki seçimde peşinen aday olmayacağını ifade etmiş ise de Kemal Kılıçdaroğlu bu seçimde adaylığını koymaya istekli ve hatta kararlı izlenimini veriyor epeydir. AKP’li cephenin yenilmesi ihtimalinin hayli güçlü olduğu bir seçime gidilirken muhalefet kanadının açık ara en büyük bileşeni olan partinin genel başkanı olarak bu zaten ondan beklenen, normal karşılanması gereken bir karar. Ayrıca partisi iktidara geldiklerinde müttefikleriyle birlikte devralacakları Başkanlık rejimi mekanizmalarını yerine kurma sözü verdikleri Parlamenter rejime geçiş yönünde kullanma gibi çetrefil bir sorunla da karşı karşıya olacak. Dolayısıyla partisi seçim kazanıldığında hem başarılı bir hükümet olmanın hem de bununla sık sık çelişmesi muhtemel bir rejim değişimine geçiş programı yürütmenin gerekleri arasındaki dengeyi sağlamakla yükümlü olacaktır. Bu çifte görevin altından kalkmanın olmazsa olmaz koşulu ise partinin karar mekanizmasının gayet yüksek bir uyum düzeyi ile işlemesidir. Bu bakımdan CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı ile genel başkanının aynı kişi olması kesin zorunluluk derecesindedir. Yani eğer partisi başka bir adaya meylederse Kılıçdaroğlu’nu da genel başkanlıktan almalıdır.
Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Dersim kökenli oluşunun aleyhine kullanılacağı ve alabileceği oyları –olumsuz– etkileyeceği ne yazık ki doğrudur. Ama seçimlerdeki propagandasını mevcut rejimin ülkeyi her bakımdan batağa, çöküntüye sürüklediği gerçeği/teması üzerine kurmayı ve buradan yeniden bir kuruluş/başlangıç vaadini dillendirmeyi tasarlayan muhalefet cephesi becerisi ölçüsünde bu köken faktörünü pekâlâ bir avantaja da dönüştürebilir. Çünkü bu ülkeyi gerçekten bir eşit hak ve özgürlükler ülkesi haline getirme inancı ve kararlılığının apaçık bir kanıtı olur Dersimli bir Alevi’nin Cumhurbaşkanı adayı olması ve seçilmesi. Bu inanç ve kararlılığı sergileyecek etkin bir kampanyanın varlığında adayın hitabet zayıflığının veya karizma yoksunluğu denilen şeyin esamesi bile okunmayabilir.
Bunları kendi siyasal tercihimi anlatmak, açıklamak için söylemiyorum elbette. Bu tamamen ayrı bir konu. Burada verili bir durumun siyasal sağduyu dediğimiz bakış açısının ölçüt ve kuralları dahilinde tespitler yapmaya çalışıyorum. Ayrıca belirteyim ki o bakış açısı içinde CHP’yi ele aldığımda halen angaje olduğu ittifak politikasının kendisi açısından mümkün en iyisi olduğu kanısında da değilim.
Bana soracak olsalar mevcut koşullar bağlamında AKP-MHP iktidarının Türkiye toplum ve devletini sürüklediği bataklıktan çıkarmak amacıyla girilecek seçimde, CHP’nin İYİ Parti ile ittifakını bozmayı da göze alarak HDP ile işbirliği yapmasını ve bu işbirliğini onaylayan diğer muhalefet unsurları ile birlikte yer almasını tavsiye ederdim. Böyle bir CHP-HDP işbirliği ile girilecek ve şüphesiz çok çok daha zor olacak olsa da, kazanılabilecek bir seçim zaferi, Türkiye ve çevresinde o fazlasıyla ihtiyaç duyulan “aydınlık bir gelecek” umudunu canlandırırdı. Şu anda ise gidişat AKP-MHP saltanatının çöküşüyle sonuçlanacak olsa da geleceğe dair kaygılarımızın pek de azalmayacağının farkındayız.