Sınırsızlık çağı bu. Sınır ve ölçü kaybının, konum, çerçeve ve referansların parçalanması ve alt üst olmasının semptomları her yerde. Günümüz insanlık durumu, içerik ve bağlamlarından kopmuş kavramlar, aşınan değer ve ilkeler, çözülen ve buharlaşan anlamlar, hikayeler ve demek ki kimlik ve benlikler etrafında şekilleniyor epey zamandır. Biçimsizlik, boşluk, süreksizlik, kuralsızlık, her alanda ve her şey için alternatif yokluğu ve parçalanma kiplikleri tarafından kat edilen bir toplumsal hayat boyunca. Güven, mekan ve aidiyet duygusu uyandıran devamlılık ve kalıcılık izlenimleri için yönümüzü nereye çevirmeliyiz ki? İstikrarlı, dağılma endişesi duymayacağımız bir kimlik duygusu için? Dostluklardaki yakınlığı kuran o nazik sınırlar bile yok artık.
“Dostluk/arkadaşlık (Freundschaft), Öteki’yle kurulan ve Ben’i stabilize ederek gerçekleştiren bir ilişkidir. Sosyal medyadaki “arkadaşlar” Öteki’nin olumsuzluğundan yoksundur. Alkış tutan bir kitleden ibarettir onlar. Başkalıklarını Like ile yok etmektedirler.”[1]
Sınırlar silindiği, ölçüler ve çıpalar ortadan kalktığında her türlü hadsizlik, istila ve ihlal “meşru” görülür. Her türlü özensizlik, aşırılık, hürmetsizlik ve hoyratlık da. Ve şiddet pratikleri. Kendine karşı da. Kendini hissetmek, gerilimden kurtulmak, kendini yatıştırmak, içerideki karmaşa ve dağınıklığa son vermek, benlik için sınırlar oluşturmak için fiziksel bedenlere böylesine yönelmek, yoğunlaşmak ve yer yer eziyet etmekten geri durmamak da bu döneme özgü işte. Bedenin çıplak/fiziksel bedene indirgenmesi, hem derdin/ıstırabın hem de hazzın/arınmanın/tasasızlığın orada konumlandırılması, somut bedene işaret eden, kendini onunla sınırlayan psikoterapi anlayış, ekol ve teknikleri de.
Mütemadiyen daha fazlasını talep etmenin hak, borçlu ve sorumlu hissetmemenin meziyet sayılması da. Çünkü, karşısında kendimizi borçlu ve sorumlu hissedeceğimiz, aynı zamanda istikrarlı ve tutarlı bir benliğin güvencesi ve çıpası olan öteki/başkası ve onunla kurulan bağlardan yoksun hayatlara mahkumuz çoktandır.
***
Psikiyatri/psikoloji sahasında olup bitenler üzerine düşünüyorduk. Oradaki hakim eğilim ve tutumların, hakim tıbbi/biyolojik paradigmanın, hakim ideolojik yapı ve düşünüş biçiminin nasıl bir karmaşaya yol açtığı, kliniğin sınırlarını nasıl aşındırdığı üzerine. DSM mantığının nasıl toptancı ve istilacı bir anlayışa yaslandığı, ve neredeyse bütün insanlık hallerini, duygu, duygulanım, düşünce ve davranış yelpazesinin bütününü, bütün ıstırap biçimlerini psikiyatrik bir kategori olarak ve betimleyici bir yaklaşımla yeniden çerçeveleme ve tarif etme arzusunun psikiyatri kliniğini tahkim etmek ve sınırları netleştirmek yerine kliniğin altını oyduğu ve kliniğin tasfiyesi ile sonuçlandığı üzerine. Böylece, o boş alanın her türlü ihlale ve suistimale, tuhaf şifacı, enerjici, kişisel gelişimci zırvalıklara açık ve savunmasız hale gelmesi üzerine.
Bugün psikiyatri/klinik psikoloji alanında var olan üç farklı paradigmadan birisi olan tıbbi/biyolojik (diğerleri psikanalitik ve psikolojik) paradigmanın ve onun yaslandığı nörobiyolojik/genetik yaklaşımın alana hükmetmesinin somut sonuç ve etkileri ve örneklerinden devam etmek üzere.
[1] Byung-Chul Han: Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü, Çev: Çağlar Tanyeri, İnka Kitap, Ocak 2021, s. 58