Kürtçede teşekkür etmek için yaygın olarak kullandığımız cümlelerden biri şudur: “Mala we ava (be)!” Düz bir çeviri yaparsak “eviniz/düzeniniz inşa olsun” demek. Bunu “eviniz şen olsun” diye çevirmek de mümkün. 6 Şubat Sabahı Türkiye’nin 11 şehrinde milyonlarca insan evini, düzenini kaybetti, hayata olan şükranlarını yitirdi. Yüzbinlerce insanın çatısı başına yıkıldı, milyonlarcası çatısız kaldı. Başını sokacak bir dam bir yana hâlâ çadır bulamayan insanlarımız var. Deprem gösterdi ki sadece evleri başlarına yıkılan insanlarımız değil, tüm Türkiye aslında sağlam bir çatıdan yoksun. Ne evlerimiz ne de devlet ve kamu kurumlarımız bizler için sığınabileceğimiz güvenilir bir ocak, bir çatı.
Yeni çatılar kurmaya ihtiyacımız var. Bunun için de hem evlerimizi yeniden kurmak hem de toplumsal sistemlerimizi yeni çatılar altında yeniden inşa etmek zorundayız. Yoksa ölmeye devam edeceğiz.
Toplumsal mobilizasyonda yara umuttan daha güçlü bir rol oynar. Deprem sonrası yaşadığımız on binlerce kan kaybı, yıkılan kentler ve köyler, ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki kayıplar Türkiye’nin dört bir yanından insanları harekete geçirdi. Bu mobilizasyon ve dayanışma hareketleri yeni toplumsal çatılar oluşturma konusunda umut verici. Deprem yarasının ortaya çıkardığı bu dayanışma hareketi siyasal kutuplaşmalarla iyice parçalanmış toplumsal ilişkilerimizi yeniden kurmamız için önemli bir potansiyel taşıyor.
Patikalar ve Krizler
Hem bireysel hem de kurumsal anlamda geçmiş deneyimlerimiz aşılması çok zor patikalar inşa eder. Geldiğimiz yollar gidebileceğimiz yolların sınırlarını çizer. Çoğu durumda daha iyisinin mümkün olduğunu bilmemize rağmen var olana kilitleniriz, içinden çıkamaz öteye geçemeyiz. Patikalarımıza olan bağımlılıklarımız yeniyi kurmamızı zorlaştırır. Siyaset biliminde patikaya bağımlılık (path dependency) olarak kavramsallaştırılan bu durum sınırlara ve kilitlenmelere vurgu yaparak toplumsal yapıdaki süreklilikleri, değişimin zorluğunu anlamamıza olanak tanır.
Patikaları kıracak en önemli dinamiği krizler oluşturur. Ağır bedeller ödediğimiz bu deprem ve sonrasında yaşadıklarımız patikalarımızı kırmamızı sağlar mı? 1999 depreminden bu yana geçen süre, Elazığ, Van ve İzmir depremleri ve sonrasında yapılan/yapılmayan işleri düşündüğümüzde ortada pek de umut verici bir tablo yok doğrusu. Bununla birlikte son depremin hacmi ve yarattığı büyük yıkım bizleri bildiğimiz yollardan/patikalardan çıkarıp yeni yollara sokma potansiyeli taşıyor.
Dengeli Mekânsal Gelişim ve İnsani Yerleşim Yerleri
Şehirlerimizi yeniden kurmak mümkün, toplumsal yapılarımızı ve sistemlerimizi de. Bunun için yapılması gereken ne yazık ki çok şey var ve bunlar çok zaman istiyor. Ama bir yerlerden başlayabiliriz. İlk yapmamız gereken şey herhalde betonu ana yatırım alanı olarak görmekten vazgeçmek. On yıllardır, özellikle de AK Parti yönetimi döneminde medeniyetin sembolüne dönüştürülen betonlar bugün sadece deprem bölgesinde değil, Bingöl/Karlıova’dan İstanbul’a, İzmir’e herkese ölümü hatırlatıyor.
Şehir ve mekân politikasında kamucu bir politikayı esas almak ve bu alanları kâr odaklı piyasadan ve piyasa aktörlerinden kurtarmak aciliyet arz eden bir diğer mesele. Eğitim, sağlık, gıda, iletişim, ulaşım ve barınma gibi toplumsal müştereklerimiz konusunda radikal değişimleri konuşmanın zamanı çoktan geldi. Bizi ölümlerden koruyacak insani şehirleri ve yerleşim yerlerimizi kamu yararını ve kamusal ihtiyaçları merkeze alarak yeniden düşünmeli, yeni politikalar belirlemeli ve bu alanları yeniden kurmalıyız.
Bu noktada çoğunlukla demokrasi, ekonomi ve ekoloji bağlamında tartıştığımız ademi merkeziyet meselesini, yerelleşmeyi ve yerindenliği yeniden düşünmeye ihtiyaç var. Zira, üst ölçekte dengeli bir mekânsal gelişim politikası olmadan ölümlerden kurtulma şansımız yok. Yaklaşık 20 milyon insanı yığdığımız İstanbul’da, kente dönük göçü tersine çevirecek politikaları düşünmeden tek başına yapı stokunu iyileştirerek bu sorunu yönetme şansımız yok. Kırdan kentte göç, metropolleşme eğilimleri devam ederse muhtemelen önümüzdeki 10 yılda İstanbul’un nüfusu 25-30 milyona, İzmir gibi şehirlerinki 10 milyona, bugün 1-2 milyon nüfusu olan şehirlerimizin ise 4-5 milyona çıkacak. Hiç şüphesiz şehir ve mekân politikaları eğitimden sağlığa ekonomiden ulaşıma birçok meseleyi yeniden ve birlikte düşünmeyi, yönetmeyi gerektiriyor.
Ne yazık ki şehirlerimizin ve mahallelerimizin çoğu deprem-körü bir yaklaşımla inşa edilmiş durumda. Bu konuda siyasiler kadar vatandaş da pay sahibi. Kaçak yapılara dönük birkaç yılda bir çıkarılan imar afları tek başına aktörleri haritalandırmaya yetiyor. Bu anlamda ülke ölçeğinde bir yandan dengeli mekânsal gelişimi esas alırken bir yandan da her bir bölge ve şehirde üst ölçekli planların yapılması, yapılaşma alanlarının niceliksel ve niteliksel olarak bütünlüklü bir yaklaşımla planlanması ve yönetilmesi gerekiyor. Türkiye’nin 45 ilindeki 110 ilçenin fay hatları üzerine kurulmuş olması durumun vahametini gösteriyor.
Yapı stokunun niteliksizliği ve yarattığı riskler büyük bir sorun. Bununla birlikte bu meseleyi ülke ölçeğinde dengeli mekânsal gelişim ve şehir/bölge ölçeğindeki bütünsel planlama ve yönetimle birlikte düşünmediğimiz sürece benzer doğal afetler toplumsal afetlere neden olmaya devam edecek. Somut örnek vermek gerekirse İstanbul’daki 90 bin olduğu açıklanan riskli yapıyı yıkmayı planlarken yerlerine yenilerini yapmama, mekânsal genişlemeyi durdurma gibi daha radikal ve köklü çözümleri de tartışabilmeliyiz.
Depremin gösterdiği bir diğer kritik husus kamusal alanların önemi. Kriz anlarında okullar, hastaneler, kültür merkezleri, kamu binaları, meslek odaları, vakıf ve dernekler, sosyal tesisler, geniş park alanları, camiler, cemevleri gibi dini mekânlar krize müdahale eden ana mekânlara, sığınabildiğimiz çatılara dönüştü. Bu mekânlara sahip olmayan ya da bu mekânları da yıkılmış olan deprem bölgelerinde yıkımlar ve kayıplar çok daha fazla. Deprem olsun olmasın tüm şehirlerimizde kamusal alanları çoğaltmayı, çeşitlendirmeyi, kırdan kente tüm şehir alanlarına bu tür mekânları yaymayı şehir ve mekân politikalarının ana öğelerinden biri olarak düşünmek zorundayız.
Kolektif Eylem, Devlet ve Sivil Toplum
Son olarak, kolektif eylem ve sivil toplum aktörlerinin rolünün altını çizmek gerekiyor. Doğal felaketin toplumsal bir felakete dönüşmesinin en önemli nedenlerinden birini deprem sonrası müdahalelerde kolektif eylem kapasitesinin sınırlı kalması oluşturuyor. Kolektif eyleme becerisinin ortaya çıktığı noktalarda ve anlarda arama-kurtarma ve yardım faaliyetlerinde önemli farklar oluştu.
Kolektif eyleme kapasitesinin bir yönünü devlet, diğer yönünü ise dernek ve vakıflardan çok daha geniş bir toplumsal kesimi kapsayan sivil toplum aktörleri/bileşenleri oluşturuyor. Devasa imkanlara sahip olan devletin hem yerel hem de merkezi unsurlarıyla hızla mobilize olması beklenirken, böylesi büyüklükte bir afete müdahale edebilecek bir idari, organizasyonel ve insani kapasiteye sahip olmadığını hep beraber gördük, görüyoruz. AFAD’tan öteye yereldeki kamu kurumlarından belediyelere, bakanlıkların taşra teşkilatlarından merkezi yapılarına, polis ve jandarma teşkilatından askeri güçlere kadar bütün kamu kurum ve kuruluşlarının bir bütün olarak harekete geçirilmesi, sevk ve idare edilmesi gereken bir krizle karşı karşıya olmamıza rağmen birçok deprem bölgesine üçüncü dördüncü günden sonra müdahale edilebildi.
Bu anlamda kamu idaresinin yeniden yapılandırılma ihtiyacı depremden çıkarmamız gereken bir diğer önemli ders. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle kamu idaresinin çok daha kötü hale geldiği açık. Bununla birlikte, 1999 depremini hatırladığımızda önceki durumun da iyi olmadığını belirtmekte fayda var. Şehir ve mekân politikaları kadar kamu idaresinde de köklü ve radikal değişimleri tartışmaya, toplumsal uzlaşılara varmaya ve yeni bir yapı inşa etmeye ihtiyacımız var.
Kolektif eylem konusunda devlet kapasitesi kadar toplumun mobilizyon kapasitesi de önem arz ediyor. Zira, bu tür kriz anlarında tek başına kamu kurum ve kuruluşlarıyla merkezi olarak müdahale etme şansımız yok. Kaynakların etkin ve verimli mobilizasyonuna imkân tanıyacak çok-merkezli, çok-aktörlü ve esnek bir kriz yönetim sisteminin tasarlanması gerekiyor. Bu noktada, yerel ve merkezi ölçekteki kamu kurum ve kuruluşlarının koordinasyon kapasitesi kritik bir hususa dönüşüyor.
Depremin yarattığı yıkımların ağırlaşmasının bir diğer önemli nedenini sivil toplum aktörlerinin zayıflığı oluşturuyor. Tarihsel olarak zaten bu konuda güçlü bir geleneğe sahip değiliz. Sınırlı düzeyde gelişen sivil toplum alanı özellikle OHAL dönemiyle birlikte önemli oranda daraltıldı. Bu depremle birlikte birkaç kurumsal yapı dışında insanların güvendiği ve destek sunduğu sivil toplum bileşeninin ne kadar az olduğunu gördük. Bu az sayıdaki kurum bile iktidar blokunun hedefi olmaktan kurtulamadılar.
Sivil toplum aktörlerinin bıraktığı boşlukları önemli oranda barolar, tabip odaları, mimar ve mühendis odaları, ticaret ve sanayi odaları gibi meslek örgütleri dolduruyorlar. Son yıllarda iktidar bloku aktörleri tarafından hedef alınan ve zayıflatılan bu kurumların varlığının önemini ne yazık ki sevdiklerimizi kaybederek öğreniyoruz.
Sivil toplum aktörlerinin önemi konusunda Diyarbakır deneyimini hatırlamakta fayda var. 2022 Aralık ayında bir araya gelen 82 sivil toplum kuruluşu Diyarbakır Kent Koruma ve Dayanışma Platformu’nu kurdu. Bu platform deprem sonrası hızla harekete geçerek yüzbinlerce insanın barınma ve beslenme ihtiyacının karşılanmasına çok büyük katkılar sundu. Organize sanayi bölgelerindeki fabrikalar, devlet okulları, özel okullar, çocuk bakım evleri, kültür merkezleri, sosyal tesisler, kafe ve restoran gibi birçok alan platformun girişimleri, çabaları ve çağrılarıyla kapılarını insanlara açtı, barınma ve gıda desteği sundu. Ayrıca, Diyarbakır’ın diğer şehirlere kıyasla depremden daha az etkilenmesinin verdiği olanaklarla bir süre sonra Adıyaman, Maraş, Malatya ve Hatay gibi illere yardımların ulaştırılmasını sağladı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, toplum hâlâ güçlü bir dayanışma kültürüne sahip. Son yıllarda siyasal alandaki kutuplaşmanın yarattığı tüm tahribatlara rağmen, toplumun bir arada yaşama ve dayanışma iradesi çok güçlü. Nitekim, devlet ve örgütlü sivil toplumun yarattığı boşluğu esas olarak enformel dayanışma ağları kapatıyor. Bildik anlamda sivil toplum örgütlerinin mobilizasyonundan ziyade enformel ağların farklı düzeylerde kurulduğu ve işlediği bir deneyim yaşadık, yaşıyoruz.
Bitirirken, enkaz başlarında canla başla çalışıp hayat kurtarmaya çalışan, binlerce insanımıza can olan kurtarma ekipleri başta olmak üzere bir damla da olsa katkı sunan milyonlarca insanımıza borçlu olduğumuzu not edelim. Güzel günler göreceksek bu insanların yüzü suyu hürmetine olacak…