Siyaset ya da şirket yönetiminde, yeterince büyük bir fiyasko patlak verdiğinde mecazen bir iki kelle uçurmak, böylelikle hem harici hem dahili muhataplara ders alındığı mesajını vermek icap eder bazen. Çoğunlukla ders alındığı falan yoktur ama halkla ilişkiler gereği birilerinin sorumlu tutulması gerekir. Gerçekten sorumlu olsunlar olmasınlar bu şahısların, İngilizce tabirle, “kılıçları üzerine düşerek” parti, kurum, holdingleri, vs. uğruna bedel ödemeleri beklenir. Aksi takdirde tepkiler büyüyebilir, bir meşruiyet krizi doğabilir.
Uzun bir süredir AKP bu önemli enstrümandan yoksun. En bariz ve uç örneğine depremin akabinde şahit olduk, olmaktayız. Cumhur İttifakı sözcüleri ve medyasına bakılırsa Türkiye’nin tarihindeki belki de en büyük “doğal” felakette iktidarın ne deprem öncesinde ne sonrasında tek bir hatası var. Belki birkaç müteahhit hapsi boylar ama bırakın yönetici kadroları, AKP ya da MHP ile “iltisaklı” kimsenin yargılanmayacağı—iktidar değişmediği sürece—neredeyse kesin gibi. Halbuki toplumsal infialin zirve yaptığı böyle bir dönemde göstermelik de olsa bir iki ismi PR tanrısına kurban etmek biriken gazı almak açısından iktidarın işine yarayabilecek bir hamle olurdu.
Ne var ki iktidarın epey bir zamandır benimsemiş göründüğü “sıfır taviz” diye adlandırılabilecek yönetim politikası böyle bir manevra alanı bırakmıyor kendisine. Hamit Bozarslan’ın isabetli tespitiyle “Türkiye’deki sürekli ileriye kaçış hali, bizatihi rejimin kendisinin de ihtiyacı olan rasyonaliteyi imkânsız kılıyor"[1].
İleriye kaçış halinin uzantısı olan “sıfır taviz” politikasına göre Cumhur İttifakı’nın hiç ama hiçbir konuda hiç ama hiçbir ihmali, noksanı olamaz. Bir şeyler ters gidiyorsa iç ya da dış mihrakların oyunu ya da pandemi, deprem gibi felaketler sonucu öyledir. Tabii, bu işin vitrin kısmı; arka tarafta büyük fırtınalar kopuyor, müthiş kavgalar cereyan ediyor, muhakkak. Hatta son son moda olduğu üzere “görevden affını istemek” zorunda kalanlar olabiliyor ziyadesiyle. Ve fakat hukuken hesap verme ya da en azından şifa niyetine bir kusurun alenen kabullenilmesi vaki değil. “Birkaç hafta öncesine kadar toz kondurmadığınız, canla başla savunduğunuz bu zat ne oldu da görevinden affını istiyor şimdi ve o af kendisine hemen bahşediliyor?” sorusunun cevabı herkesin malumu olsa da gerçek sebep iktidar tarafından zinhar dillendirilmiyor.
Söz konusu “sıfır taviz” politikası kibirle, arsızlıkla yakinen alakalı, kuşkusuz. Güçler ayrılığının kalmadığı bir ortamda iktidar dokunulmazlığını kalkan edinmiş muktedirlerin en bariz yanlışları, adaletsizlikleri bile inkâr edebilme, gözümüzün içine baka baka yalan söyleme imkânı, lüksü var, tabii ki. Ama altını çizmek gerekir ki “sıfır taviz” sadece bir tercih değil, gittikçe artan oranda bir mecburiyet. Cumhur Ittifakı’nı enlemesine, boylamasına kateden suç ortaklıkları üzerinden öyle girift ve hassas bir denge kurulmuş durumda ki ikrar edilecek her suç, yargıya havale edilecek her yandaş dengeyi altüst edebilir. Haksızca feda edildiğini düşünenler, kılıcı üzerine düşmek istemediği halde mecbur bırakılanlar ifşaata bir başlarlarsa işin ucu çorap söküğü gibi hızla en üst mercilere varabilir, kirli çamaşırlar ortalığa dökülebilir. O yüzden ihtilaflar illa ki “kol kırılır yen içerisinde kalır” düsturuyla çözülmek zorunda. Kazara bu yöntem işlemez de hadise kontrolden çıkarsa sorun teşkil eden şahsın akıbeti Burhan Kuzu gibi olabilir.
İşte bu yüzdendir ki bir Bakan’ın, idare ettiği bakanlığa kendi özel şirketinden dezenfektan alımı yaptığı ortaya çıkınca bile o Bakan Cumhurbaşkanı’nın yüksek müsaadeleriyle görevinden azledildiğiyle kaldı sadece. Ruhsar Pekcan iddiaları doğruladı ama bir AKP siyasetçisine yakışır şekilde alımın uygun fiyatla yapıldığını savundu. Yani, ortada yine bir yanlış, yine bir görevi kötüye kullanma, vs. yoktu. Pekcan’ı daha ilginç kılansa kendisi Ticaret Bakanı olmadan önce bizzat o Bakanlığın, gümrük ve ticaret bölge müdürlüklerine Pekcan hakkında “müteyakkız olmaları” uyarısı göndermiş olması! Uyarının sebebi Pekcan’ın Emine Erdogan’ın adını kullanarak vergisiz mal ithalatı yaptığı iddiaları! Ortada böyle bir skandal varken Türkiye’de başka insan kalmamış gibi Ticaret Bakanlığı görevine Pekcan’ın getirilmiş olması ve Pekcan’ın aleni yolsuzluğa rağmen cezalandırılmaması, yaptıklarının yanına –kelimenin iki manasıyla– kâr kalması, iktidarın “sıfır taviz” politikasına mecburiyetini çok çarpıcı bir biçimde örneklendiriyor. Belli ki yolsuzluklardan, usulsüzlüklerden başkaları da nemalanmış ve o yüzden iktidar için Pekcan’ı gözden çıkarmak mümkün olmamış. Pekcan’a dokunulsa bin yerden ah işitilecek.
“Sıfır taviz” politikasının zırhına bürünmüş olanlar sadece bakanlar, milletvekilleri (bkz. Taşkesenlioğlu) değil, şüphesiz. Arabasında kokain çekerkenki görüntüleri sosyal medyaya düşen Kürşat Ayvatoğlu altı üstü AKP Genel Merkezi büro personeliydi. Fakat onu bile kollamak için devreye girdiler. Hadise ayyuka çıktığı için hukuki süreç işletiliyormuş gibi yapılması gerekmişti. O yüzden Ayvatoğlu gözaltına alındı ama videodaki beyaz madde pudraydı dedi, yalapşap bir özür diledi, kulağı çekildiğiyle kaldı. Halbuki üzerinde 11 gram esrarla yakalanan Onur Yaser Can, polisin işkencesi ve baskısına dayanamayarak intihar etmişti. Can’ın hukuk mücadelesini veren annesi de ondan dört sene sonra kendi canına kıydı. Ayvatoğlu’nun üzerine gidilmedi çünkü gidilse kokain gibi pahalı bir uyuşturucuyu ve içinde kokaini çektiği lüks arabayı edinebilecek maddi imkânlara büro personeli maaşıyla genç yaşta nasıl ulaştığı araştıralacak ve kim bilir ilişki ağları nerelere uzanacaktı. Onur Yaser Can’ın böyle bir kozu, mesela malum şahısla yanyana çekilmiş bir fotoğrafı yoktu.
Belirtmek gerekir ki kayıtsız koşulsuz yandaşı koruma, kollama refleksi sırf o bireyleri hoş tutmaya, sırf o vakanın üzerini örtmeye yönelik bir çaba değil. Aynı zamanda diğer yandaşlara bir mesaj gönderme saiki söz konusu: Herdaim arkanızdayız, sizi yedirmeyiz, yeter ki çenenizi sıkı tutun, Omerta’ya sadık kalın.
AKP büro personelini bile kapsayan bu “sıfır taviz” politikasının arkasında bir geribesleme döngüsü (feedback loop) işliyor. Kendilerinin iktidar tarafından “harcan(a)mayacağını” gördükçe yandaşlar gittikçe fütursuzlaşıyor, palazlanıyor. Onlar palazlanıp daha aymazca davrandıkça iktidarın çıtayı daha yukarı çekmesi, belki kendilerinin bile tasvip etmedikleri işleri sümen altı etmeleri gerekiyor. Her ne halt yerlerse yesinler iktidarın imdatlarına yetişeceğini gören Pekoğul’ları, Ayvatcan’lar da iyice pervasızlaşıyor ve döngü bu şekilde devam ediyor.
Özetle, güç zehirlenmesi salt mağruriyetten, şımarıklıktan, hesap sorulamazlıktan kaynaklanmıyor; bir noktadan sonra kaçınılmazlık kazanıyor. Muktedirler kendi çıkarlarına yarayacak durumlarda bile taviz veremez oluyor, aksine hep el yükseltmek zorunda kalıyorlar. Akıldışı gibi görünen bazı icraatların altında böyle bir çaresizlik, sıkışmışlık yatıyor.
Bu ileriye kaçış mecburiyeti muhalefetin lehine çalışan bir dinamik. Kendi başına iktidarın sonunu getirmez, elbette, ama dozu her geçen gün artan bu burnundan kıl kaldırmaz, küstah tavrın aslında bir acziyeti, kırılganlığı maskelediğini kavramak bize biraz (diyalektik bir) umut aşılayabilir bu zor zamanlarda. Bizim mezarlarımızı kazarken kendilerininki de kürüyorlar gayri ihtiyari.
[1] https://birartibir.org/kurumsuzlasma-rasyonalite-kaybi-paramiliterlesme/