Türkiye’nin siyasi imgelemi “merkezileştirme” üzerinden çalışır. “Modern siyaset” kavramına yaklaşmakta önemli bir adım olan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin görece erken sınavlarından biri Ahmed Rıza Bey’le Prens Sabahaddin’i karşı karşıya getirmişti. Aralarındaki anlaşmazlık konularından biri bu “merkezi siyaset” konusuydu. “Adem-i merkeziyet” ilkesinde oldukça ısrarlı olan Prens Sabahaddin bu karşılaşmada da daha “Anglo-Sakson” diyebileceğimiz bu tavrı savunmuş ve “merkeziyet” diyen Ahmed Rıza Bey’e yenilmişti. Sonraki yıllarda bu konu birçok kere gündeme geldi. Her seferinde kazanan “merkeziyetçilik” oldu. Aslında çeşitli nedenlerle Osmanlı’nın siyasi “imgelem”i Fransa modelini izliyordu. Önemli bir neden bu iki toplumun güçlü birer “mutlakiyetçilik” geleneğinden geliyor olmaları olabilir. Böyle bir siyasi tavır ister istemez aynı zamanda “merkeziyetçi olmak zorundadır. Ademi merkeziyetçi bir mutlakıyet düşüncesini hayal etmek zordur.
Gerek Fransız Devrimi’ni gerçekleştirenler, gerekse Osmanlı topraklarında siyaset rejimini demokratikleştirmeye çalışan kadrolar, dolayısıyla, merkeziyetçiliğe karşı da mücadele veriyorlardı. Buna dayanarak mantıken merkeziyetçiliğe karşı olacaklarını söylemek mümkündür şüphesiz. Ama bu “mantıken” böyle. Fiili gerçeklik düzeyinde sözkonusu güçler, mücadele ettikleri güçten kopya çekmeye alışmışlardı. Jakobenler’in kendi muhalefetlerine ya da İttihatçılar’ın kendi muhalefetlerine baktığımızda fazla farklılık görmeyiz. Örneğin Britanya parlamentosunda iktidar-muhalefet ilişkisine bir göz atacak olursak bununla öbür ikisi arasındaki farklılık daha belirgin bir biçimde kendini gösterir.
İttihad ve Terakki merkeziyetçiydi; onun siyaset sahnesini terketmek zorunda kalmasından sonra İstanbul’da padişah rejimi de, Ankara’da Millet Meclisi düzeni de merkeziyetçiydi. Mustafa Kemal “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesini bir “delilik” olarak değerlendiriyordu. Zaferden sonra kurulan “tek-parti” rejimi doğal olarak merkeziyetçi bir üslup oluşturdu. Genel koşulların kolay kolay değişmeyen zorluğu, elverişsizliği de en sağlam yolun merkezi sağlam tutmak olduğu düşüncesini güçlendiriyordu.
CHP kendi iktidar yıllarını bu tavırla tamamladıktan sonra iktidarı kazanan Demokrat Parti de rakibinin izlediği politikalardan etkilenip merkeziyetçiliğe “paydos” demedi. Tersine, o da kendi merkeziyetçiliğini kurmaya çalıştı.
27 Mayıs için ne diyebiliriz? Merkeziyetçi olmayan bir askeri yönetim düşünebilir misiniz? ”Merkeziyetçi olmayan” bir siyasi düzen böylesi tercih edildiği için değil, kimse “merkez” olacak kadar güçlenemediği için arada bir görünüyordu. Bu da zaten pek hoş olmayan bir siyasi duruma tekabül ediyordu. “Kaotik” bir durum! Zaten 27 Mayıs’ı izleyen yıllarda ordu “kaos” olarak gördüğü “anarşi” ortamını düzeltmek üzere müdahale etmiş, merkezi güçlendirmişti. Özellikle 12 Eylül bu konuda çok kararlıydı.
Derken AKP seçim kazandı, iktidarı ele geçirdi. Yukarıda Fransız devrimcileri ve Osmanlı demokratları için söylediğim şeyin benzeri gerçekleşti. AKP iki yüz yıldır düşmanı olduğunu ilan ettiği siyasi yapıdan alacağı siyasi eğitimi almıştı ve bu da merkeziyetçilikti. Birçok bakımdan daha da radikal bir merkeziyetçilikti bu. Çünkü ordu müdahalelerinde, tek-parti yıllarında v.b. gördüğümüz, tanıdığımız rejimde merkez ağır basıyordu çünkü merkezin (bilen özne) toplumu (bilmeyen ve öğrenmesi istenen nesne) eğitmesi bekleniyordu. Bu ilişkiyi otoriter eğilimli bir babanın tavrına benzetebiliriz. Otoriter falan ama sonuç olarak kendi çocuğunu eğitmeye çalışıyor. AKP’nin kendisini eleştirenlere bakışı ise iktidarın “düşmanlarına” bakışı olarak tanımlanabilir. AKP yaşadığımız dönemin bir başka ögesi olarak bizlerin kullandığı kavramları kullanıyor; ama bütün bu kavramları “kavrama”sında bu “dost/düşman” karşıtlığı etkili. “Burjuvazi”, “iş adamı”, “girişimci” v.b. Evet, bunlar var ve önemli; ama bu sözler asıl önemli olanı söylemiyor. “İş adamı” dediğin kim? Bizimki mi, bizden mi, onlarınki mi? “Sivil toplum” ne? Aynı durum. “Bizden” mi, “onlardan mı? Yani “dost” mu, “düşman” mı? Bu ayrım bu kadar önemli, bu kadar belirleyici.
Böylece AKP de ezeli “merkeziyetçilik” kutbuna doğru yöneldi (şaşırtıcı değildi bu; yönelmesi bekleniyordu). Deprem sonrası, “kurtarma”, “yardımcı olma” gibi durumlarda bu bizdencilik iyice abartılı kılıklara da girebiliyor. Ayrıca çeşitli “işbilmezlik”lere, “nobranlık”lara ve benzeri kaba sabalıklara refakat ediyor. Son bir iki yıldır zaten AKP seçtiği yön ve üslup gereği ilk yıllarda gösterebildiği başarının çok uzaklarına düştü ve gitgide daha sıkı bağlarla bağlandığı ideoloji içinde soluk alamaz hale geldi. Şu son depremin getirdiği yeni atmosferin AKP’nin kitleler gözünde prestijini yükselttiği kanısında değilim. Dört elle sarıldığı merkeziyetçilik de olanların hepsinin AKP hesabına yazılmasını kolaylaştırıyor. Onlar bundan “Bütün yardımı biz yapıyoruz” sonucunun çıkmasını bekliyor ama alandaki egemen duygunun böyle olduğunu hiç sanmıyorum.
AKP yönetimde günden güne açık verdi. Ayağını bastığı yerde “Mutlaka iktidarda kalmalıyım” diyor ama performansı bu sonucu elde etmesini zorlaştırıyor.