Fatma Önder Özşeker’e…
17 Ağustos 1999 depremiyle ilgili devleti mahkûm eden bir AİHM kararı var: M. Özel ve Diğerleri v. Türkiye kararı. Yalova Çınarcık’ta yerle bir olan binalarla ve onların hep aynı olan müteahhidiyle ilgili bir karar. Binlerce kişinin öldüğü binaların müteahhidi V.G.’nin, kendini aklama savunması ilginç: “Ben ne inşaat mühendisiyim ne de mimar. Ben sorumlu değilim.” minvalinde bir savunma. İşte bu kararda, bugün yaşadığımız bu yıkımın öncülerini görmek mümkün çünkü AİHM kararında geçen ifade aynen şöyle: “Bilirkişilerin betonda midye kabuklarının bulunduğunu, yapının inşa edilmesi sırasında kullanılan malzemenin özünde deniz kumu olduğunu ve dolayısıyla çimentonun bağlayıcı etkisini kaybettiğini tespit ettikleri anlaşılmaktadır.”
Betonda midye kabuklarının ne işi olduğunu, deniz kumuyla nasıl ev yapılabildiğini, buna nasıl izin verildiğini sormuyorum. Ama AİHM kararının kendisi bize bir Türkiye hikayesi anlatıyor, eğer kulak kesilirsek. Çünkü belediye meclisi raporlarında bazı meclis üyelerinin, birkaç Çınarcık sakininin, müteahhit V.G.’yi 1995’ten başlayarak şikâyet ettiğini okuyorsunuz. Devletin göremediğini, orada oturan, bizzat gözlemleyen halk görüyor, yerel sakinler görüyor tabii ama devletlûler oralı olmuyor. O zamanın Bayındırlık ve İskân Bakanlığı da şikâyete dahil oluyor, gerekli tedbirlerin alınmasını ve şikayetçi yerel sakinin bilgilendirilmesini istiyor. Valilik birkaç defa uyarı gönderiyor. Ancak ne tedbir alınıyor, ne de şikayetçi yerel halk bilgilendiriliyor.
İnsanların nasıl öldüğünü, insanların nerede yaşadığından da çıkarabilirsiniz: Temizlenmemiş betonlarla yapılan, destek kolonları kesilmiş, midye kabukları ve deniz kumuyla inşa edilmiş evlerde yaşadığımız için ölmemiz de kolay oluyor. Çünkü dünya kolaylıkla üzerimize yıkılıyor. Çünkü henüz 1999’da görüyorsunuz ki daha çok ev elde edebilmek için bodrum katlarını zemin katı seviyesine çeken müteahhit, zemini bozarak binayı santimetrekarelerce yükseltmiş, zemin seviyesine bitkisel toprak eklemiş, istinat duvarı yapmamış, kullandıkları deniz kumunu temizleme zahmetine bile girmedikleri için denizin tuzu, betonları aşındırmış.
AİHM kararının dayandığı raporun bir cümlesi şu: “Proje, henüz ilk aşamadan itibaren hukuka uygun değil.” Yıkımın temel nedeni ne doğal afet, ne kader. Kararda yazdığı gibi, dünyanın başımıza yıkılmasının temel sebebi kullandıkları toprağın tipi ve yaptıkları binanın kalitesi. Yaşadığımız bu trajedi, bu suç ortaklığı bir başka depremin artçısı, ondan arta kalan, o şuursuzluğun tekrarı. Ama daha kötüsü yaşadığımız bu trajedi, belki bir başka depremin de öncüsü. Aynı cümlenin tekrarı. AİHM kararında, Türkiye’deki sürecin serencamını da okuyorsunuz tabii. Belediye görevlileri hakkında İçişleri Bakanlığı tarafından verilen soruşturma izninin, Danıştay tarafından nasıl iptal edildiğini… Ağır Ceza Mahkemesi, müteahhitler hakkında ceza verirken şu ifadeyi kullanıyor:
“…kasta yakın kusurlu davranışlar sonucunda yıkılan binaların, yürürlükte olan yasal yükümlülükler dikkate alınmayarak inşa edildiği tespit edilmiştir. İhtilaf konusu bölge, büyük sismik risk bölgesi olarak kabul edilmesine rağmen, zemin çalışmaları inşaat alanlarında yapılmamıştır. Beton, demir ve kullanılan diğer malzemeler, gereken sağlamlığa sahip değildir. Projede belirtilen birçok yükümlülük yerine getirilmemiştir. Bu şekilde inşa edilen yapılar, depremin etkisiyle yıkılmış ve bu yıkılmadan sorumlu olan kişiler tehlikeyi uzaklaştırmak ve işlenen kuralsızlıkları örtbas etmek için hiçbir girişimde bulunmamışlar, zira kusurlu davranışlar ve bu yıkılmaların sonuçları arasında doğrudan nedensellik bağı kurulmuştur.”
Kasta yakın kusurlu davranış ne demek? Bunun hukuk tekniğindeki değil, bizim dilimizdeki karşılığına bakmak gerek. Yani bizi bilerek isteyerek kasten öldürdüler demek. Birinci derece deprem riski olarak sınıflandırılmış bölgede, inşaat ruhsatı alıp oturma ruhsatı almadan o binaları bizlere sattılar demek. Mahkeme kararında yazıyor: Yapım koşulları felakete davetiye çıkardı. Bunların hepsi insan hakkı ihlali, en başta yaşama hakkının. Bu davanın sonucunda Türkiye, yaşam hakkını ihlal etmekten mahkûm edildi tabii. Mahkûmiyet gerekçesi, Türkiye’nin sorumluların bulunmasında etkisiz kalmasıydı. Bu sonuç, şimdinin öncüsü değil mi?
17 Ağustos depremi zamanında Yeni Asya Gazetesi’nin Ankara temsilcisi olan bir ismin, Mehmet Cevher İlhan’ın bir AİHM başvurusu var. Türkiye ile ilgili 17 Ağustos kararlarını aradığınızda, karşınıza bir de bu karar çıkıyor. Mehmet Cevher İlhan, 17 Ağustos depreminin, İslami ahlakın dejenerasyona uğratılması ve hükümetin Müslümanlar aleyhine aldığı tavra karşı ilahi gücün verdiği bir ceza olduğunu söylüyor. Bunun üzerine yargılanıyor ve ceza alıyor. 17 Ağustos’u başörtüsüyle, türbanla ilişkilendiriyor. İçinden geçmekte olduğumuz akıl dışı, siyasal iktidarın öfke ve nefret dolu dili, o günlerde de bir başka görünümle hala sözünü söylüyor tabii. Peki bugün, Kızılay’ın özelleştirilmesinden sonra Kızılay’a bağış olarak verilen yiyeceklerin, ödenen paraların Kızılay tarafından tekrar halka tekrar satıldığı bu felaket afet yönetim şuursuzluğu, devlet krizi neyin sonucu?
Bu hikâye, zannettiğimizden daha karmaşık. Çünkü sadece yaşadığımızdan kurtulmamızla ilgili değil. 28 Şubat’ta Resmî Gazete’de yayımlanan Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin OHAL Cumhurbaşkanlığı kararnamesini gördünüz mü? Deprem bölgesindeki tüm yeniden yerleşme ve yapılaşmaya ilişkin yetkiyi, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na veriyorlar. Kararname, ilgili kurumların görüşü alınmadan, yerel yönetimlere, yerel sakinlere hiçbir hak tanımadan tek bir elden Bakanlık’ın nasıl yeniden yerleşme ve yapılaşma planı yapacağını düzenliyor. Halbuki yeniden yapılaşma ve yeniden yerleşim, Bakanlıkların sadece bir planla hayata geçirecekleri teknik detaylar değillerdir. International Commission of Jurist, Nepal’deki bir deprem sonrasında yeniden yapılaşma ve yeniden yerleşim konusundaki insan hakları başlıklarına değindiği bir rapor yayımlamıştı. Burada zayıf planlamanın, devlet ile bölgedeki yerel aktörler, sivil toplum kuruluşları arasındaki bağlantısızlıktan kaynaklandığı ve bunun kendisinin bir hak ihlali olduğu yazıyordu. Yardım paketlerinin dağıtımındaki düzenlik ve ayrımcılığın, yabancı ülkelerden gelen yardımların dağıtılmasında iç hukuktaki eksikliğin ve en önemlisi iyileşme için acil, orta vade ve uzun vadedeki strateji yokluğunun, rehabilitasyon ve yeniden yerleşme planlamasını imkânsız kıldığı yazıyordu.
Bugün içinden geçtiğimiz süreç tam da hikâyenin nasıl bir yerinden tutulup, diğer yerlerinin sarkıtıldığını gördüğümüz bir süreç. Plansız ve afallayarak, halkın kendi kendine bir toplum yaratmasını izleyerek, dünyanın başımıza nasıl yıkıldığını görerek… Çünkü bizler, midye kabuklarından evlerde yaşıyoruz. Çünkü bizler, deniz kumunun tuzuyla aşınmış betonlara, ev diyoruz.