Son yirmi küsur yıllık siyasi tarihimizin fena halde kısaltılmış özetinden başlayayım. Bu özet, elbet ve ister istemez, oldukça bireysel bir gözle yapılmış olacak.
2002’de AKP seçim kazandı, iktidar konumuna geçti, kısa bir süre sonra Reis’ine de kavuştu. Milli Görüş kökeninden geliyordu, ama değiştiğini de söylüyordu. Nasıl değiştiği hakkında fazla bir fikrimiz yoktu, görecektik. Belirli bir kesimin bekleyip görme ihtiyacı yoktu; onlar biliyordu. Olabilecek en kötü şey olmuştu. O kesimin bir kısmı bundan az sonra mitinglerde “Ordu Göreve” sloganları atarak tavırlarını seslendirdiler.
“Siyasi İslam” diyeceğimiz hareket bir süredir tırmanıştaydı. İktidara bile gelmiş (koalisyonla olsa da) ve buradan 28 Şubat harekatıyla uzaklaştırılmıştı. Bu seçimde aldığı oy oranı, bu seçime kadar oy almadığı kesimlerden de oy almayı başardığını gösteriyordu. Yani “orta” sağ olduğunu düşündüğümüz kesime kendini kabul ettirdiği anlaşılıyordu — Türkiye’de, evrensel ölçülere göre, “sağ” olmayan kesim kaç kişidir, tahmin etmesi zordur. Ama “dinci-olmayan” sağ, bayağı yekun tutar(dı).
Kişisel bir paragraf açayım: siyasi İslam hareketi içinde, bugünkü AKP gidişatını aratacak uçlar olduğunu biliyordum. Ama bu toplumda siyasi İslam hareketiyle solun birbirinin “can düşmanı” haline getirilmesinden (bunu yapacak, örneğin Demirel gibi, “orta sağ” denecek politika adamı az değildi) hep ürkmüşümdür. Onun için bu yeni iktidarı merak ve endişeyle izliyordum.
AKP kötü başlamadı. Avrupa Birliği düşmanı olmaması (Erbakan’ın olduğu gibi) önemli bir noktaydı. Yok İstanbul Sözleşmesi, yok Nazım Hikmet’in yurttaşlığının tanınması, birçok beklenmedik davranış gösterdi. Zaten bugün muhalefet Tayyip Erdoğan’ın her nutkundan sonra “Falan tarihte tersini söylemiştin” diye geçmişten alıntı yapıyor. Dönüş, gerçekten çarpıcı. Birçok kişi “Yahu, bu adamlar galiba sahiden değişmiş” demeye hazırlanırken Tayyip Erdoğan yeniden “değişti”.
İnsan merak ediyor, ister istemez. Bunların hangisi “sahici” Tayyip Erdoğan? Öncekinin bilinçli bir karar ve stratejik seçme yapmış olduğuna fazla kafam yatmıyor. Değişmeye karar vermesinde anti-İslamcı kesimin eksilmeyen nefretinin de payı olabilir. Ama şimdikinin asıl otantik Erdoğan olduğunu anlıyorum. Burada olduğu için çok rahat. “Eve döndü”.
Neyse, geçelim, bu konuda “spekülasyon”dan öteye geçmek zor. Erdoğan şimdiye kadar kazandığı mücadelelerin de verdiği gayret ve azimle Türkiye’yi kendi onayladığı Türkiye haline getirmek üzere paçaları sıvadı. Bu, şüphesiz, yalnızca politik bir olay değil. “Bütün hayatın değişmesi” demek. Bundan azı demek değil. “Ahmet öyle yapar, Mehmet böyle yapar” diyecek bir duruma da izin vermesi sözkonusu değil: Ahmet’i de, Mehmet’i de, aynı şekilde davranacak, aynı şeyleri yapacak. Türkiye toplumu, evelallah, “üniformalı olmaya hazırlıksız sayılmaz; ama Tayyip Erdoğan’ın giydirmeye çalıştığı üniforma gerçekten çok farklı olduğu için bu girişime —bazıları sonuna kadar— direnecekler var ve olmaya devam edecek. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı “yanlışlar” listesine burada fazla acele ettiği de eklenebilir.
“Yanlışlar listesi” dedim. Oldukça kabarık bir liste bu. “Küçükler” diyebiliriz: hani o “çay paketi atma” sahnelerine “küçük” diyebilirseniz. Ama “ekonomist” olduğuna inanması ve bu inancın sonucu olarak verdiği ekonomik kararlar ve açtığı ekonomik çığır “küçük” filan değil, devasa yanlışlar ve başa çıkılmaz sorunlar yaratmış durumda. Bunca zahmet ve fedakarlıkla kurulmuş kurumları, oluşmuş teamülleri, o sevmediği rejimin işleri diye devirip yıkması azımsanır bir yanlış değil. Gelgelelim, başlattığı, büyük ölçüde yerleştirdiği “siyaset yapma” üslubu, kutuplaştırma süreci, unutulmuş gerilimleri bulup çıkarmaktaki ustalığı bu toplumun yıllar yılı yakasını kurtaramayacağı olumsuzluklar, açmazlar olarak kalacak. Hele istediği şekilde davranabilen bir “Cumhurbaşkanı” olmasına imkan veren yasal yapıyı kurduktan sonra (Bu yapıyla yetinmeyip onu da aşmasını ayrıca belirtmek gerek) sergilediği tavır ve eylemler bu toplumun sırtına daha ne yükler yığar, düşünmesi bile insanı bunaltıyor. Başka neler hazırladığını, planladığını da bilmiyoruz.
Saymakla bitmez, irili ufaklı, kimisi de koskocaman olumsuzluk örneği önümüzde dağlar gibi yükseliyor. Bu sırada bir genel seçime yaklaşıyor, hazırlanıyoruz. Bir yandan da bu seçimi kimin kazanacağı sorusu üstüne kafa yormaktayız. Gene olağanüstü kısaltarak sıraladığım “yanlışlar” listesindeki maddeler büsbütün hayal ürünü değil de en azından olup olmadığı ihtimaller listesi ise, “seçimi kim kazanır?” diye sormak, absürd bir soru sormak olmalı. “Ne olabilir ki?” demelisiniz. Bunları yapmış bir iktidarın şimdi seçim kazanması mümkün olabilir mi? Evet, örneğin o listeye deprem karnesini eklemedim; ama ekleyelim. Bu beceriksizlik (tabii akla önceki felaketlerin yangın söndürme uçakları gibi anlaşılmaz olgular geliyor) herhangi bir yurttaşa “Bir daha asla!” dedirtmeye yetmez mi?
Ama soruyoruz. Sorarken cevabından çok da emin değiliz. Erdoğan ve AKP (ve “küçük kardeşi MHP) seçimi kazanabilir. Bunu katakulli çevirerek de yapabilir, ama yapabilirse demek buna da gücü yetiyor, bu da bir başarı.
Bu nasıl oluyor? Yirmi yılı geçen iktidarı boyunca AKP Milli Görüş’ten (aslında tabii onun da öncesinden —hatta diyelim ki “Vaka-i Hayriye’den”) miras kalan bir tabana sahip. Bu taban öyle “karun gibi” zengin bir kesimi temsil etmiyordu. Ama vardı ve geçiniyordu. AKP iktidarı bu tabana hem niceliksel, hem de niteliksel büyük katkılarda bulundu. Partinin “hayırsever” tavrı sayesinde bağışlarla geçinen yoksulların da sayısı arttı, inanması zor ihalelerle olağanüstü zenginleşenler de.
Ama bu durumun yalnızca AKP’nin ekonomik “başarısının” sonucu olduğu kanısında değilim — aslında AKP’nin başarısı olduğu kanısında da değilim. Başarının en büyük payı CHP’ye ait. Herhalde Tayyip Erdoğan da bu konuda benim gibi düşünüyor ki “tek parti” yıllarının arkeolojisini yapmaktan vazgeçemiyor. Hani, “Yeter, söz milletin”, şu aşamada AKP için en verimli slogan mıdır, bilemem, ama bunu feda edemedi. Aslında şöyle bir düşündüğünüzde, yakın tarihi gözden geçirdiğinizde, CHP’nin, Erdoğan’ın daha beterini gerçekleştirmediği bir icraatını bulmak kolay değil. Ama ideoloji böyle bir şey. Çabuk unutulur sandığımız anılar hiç de öyle çabuk uçup gitmiyor; hatta bazı anılar durdukça sertleşiyor, kayalaşıyor, silinmiyor. Özellikle bazı kötü şeyleri düşündükçe, başınıza gelenlerden sorumlu tutmaya koşullandığınız şeylerin anısı bu dediklerimin başında geliyor. Sözgelişi “Geldi İsmet, gitti kısmet” sahiden geçerli midir, bir gerçekliğe oturur mu? Önemli değil. Yerleşmiş. Dolayısıyla birçok “Niye böyle?” sorusuna cevap olabiliyor. Ve bu yıllar yılı devam ediyor. Bugün olan bir şeyi böyle nitelemiyor, böyle geçmiş olaylardan hareket ediyorsunuz. Onun için, tahminim, Tayyip Erdoğan’ın da bir “olumsuzluk simgesi” olarak anılacağı. Ama şimdi değil. Ortaklaşa belleğe henüz oturmadı.
Bu durum bana “Erdoğan’dan kurtuluşu” ondan önceki durumun restorasyonu olarak anlayanları düşündürüyor. Bunlar var, bu şekilde düşünmeye devam ediyorlar. Etsinler, ama herkesin böyle düşünmesi gerektiğine inanıyorlar ve bu sonuca varmak için insanlara müdahale etme düşüncesine de uzak değiller. Aklıma hep o adam gelir: “Ana rahmine yeni düşmüş bebeğin beynine Atatürk sevgisini kazımalıyız” diyen emekli! Buyurun size ideal medeni toplum.
Bugünkü CHP bu anlayışa sahip çıkmıyor. Tersine, gözlemleyebildiğim kadarıyla kendini bu geçmişten sıyırmaya çalışıyor. “Helalleşme” çağrısı ve daha birçok şey bu yönelimi gösteriyor. Bunu çok değerli bulduğumu söylemeliyim. Kılıçdaroğlu’nu anlayan ve onun oluşturmaya çalıştığı kanallar içinde siyaset yapmayı benimseyen parti üyeleriyle CHP gerçekten sosyal-demokrat bir parti kimliği kazanabilir ve bunun Türkiye’ye faydası gerçekten büyük olur.