Öylesine kahredici ki her şey; sesler, feryatlar, acı, ölüm öylesine çok ki; başka bir zamana geçmek istiyor insan, geçmiş bir zamana, birden; şimdi çünkü, böylesine yoğunken acı, saf acı, dünyadaki her şey hiçbir şey anlatmıyor, hiçbir şeyin anlamı yok. Yine de, bunlar üzerine konuşuyor, düşünüyor, yazıyor olmayı neyin, nasıl mümkün kıldığını çok sonra anlayacağız muhtemelen.
Psikiyatri/psikolojinin travma kavramı ve anlatısını güdüleyen, yapılandıran, biçimlendiren, o anlatıya sızmış bir tür acelecilikten söz ediyorduk. Ve söz konusu tezcanlılık ve telaşın, kendi söylemine ve hikayesine aşırı güven beslemekle ilgili olabileceğinden ve bunun da “travma ideolojisi” olarak adlandırabileceğimiz ideolojik bir konum yaratma riskinden. Bir de bunun, zaman zaman gerçeği ve gerçeğin hikayesini ıskalamamıza yol açacak bir perde işlevi görebildiğinden.
Ruhsal travma, kişiyi aşırı korkutan, dehşet içinde bırakan, çaresizlik yaratan, çoğu kez olağandışı ve beklenmedik olayların yol açtığı etkilerin toplamıdır. Bu tanıma göre, insan hayatında sıkıntı ve üzüntü yaratan her olay ruhsal travma yaratmaz. Olayda kişinin kendisinin ya da yakınının ölüm ve yaralanma tehlikesi ya da fiziksel bütünlüğüne yönelik tehdidin bulunması, ve olayın dehşet, korku ve çaresizlik hissi yaratması koşulu söz konusudur. Yine aynı tanım bağlamında travmatik yaşantılar da, deprem, sel vb doğal olaylar, ve savaş, işkence, taciz gibi insanlar tarafından gerçekleştirilen olaylar olarak sınıflandırılmaktadır. Bu tanımın atladığı en önemli husus şudur: Bir olaya travma niteliği kazandıran şey, elindeki bütün imkan ve araçlarla (demek ki başlıca eylem ve söz ile) söz konusu sahneye müdahale edecek ötekinin/ötekilerin yokluğudur. Var olan ötekilerin de umursamazlığı, kayıtsızlığı, tanıklık etmemesi, kendini esirgemesidir. Olaya/felakete maruz kalan öznenin bir başına, yapayalnız, kimsesiz, dilsiz kalakalmasıdır. Dehşet, korku ve çaresizlik hisleri de bununla ilişkilidir. İnsanlığa duyulan inanç ve güvenin sarsılması, paylaştığımızı varsaydığımız ortak insanlık zeminin parçalanmasıdır asıl travmatik olan. Beni her türlü aşırılığa karşı koruyan ve sakınan fiziki ve ruhsal bütün kalkanlarımı, demek ki anlama ve kaydetme kapasitelerimi zayıflatan ve/ya da parçalayan olaydan sonra, yeni bir heves, coşku ve ümitle, yaralarımı sararak, canlanarak ve iyileşerek ikamet edeceğim ortak insanlık bahçesinden mahrumumdur artık. Olaydan çok sonra travmatize olurum. Yukarıda sözünü ettiğim aceleciliğe yol açan bir diğer şey, belki de buradaki bireysel tarifin doğrudan toplumsal alana aktarılması, hiçbir dolayım kurulmadan bireysel olanın toplumsal olana doğrudan tercümesidir.
Asıl hikayeyi gözden kaçırmayalım biz: Depremde ve sonrasında başımıza gelen çoğu şey, iğrenç bir para medeniyetinin eseridir, para hükümdarlığının. Paranın canlılığa ve hayata hükmettiği ölüm medeniyetinin. Para sevgisi ve iştahından doğan kötü kalplilik, aç gözlülük ve acımasızlığın hayatlarımızı ve ilişkilerimizi çürüttüğü bir bataklık rejiminin. Aşağılık bir para kültürünün, paraya tapınmanın, para istifleme çılgınlığının ete kemiğe büründüğü bir rejimin. Parayla, daha çok parayla zevklenmenin ve kendinden geçmenin başka her şeyin yerini aldığı bir sapkınlık rejiminin. Pahalı ve şatafatlı araba, giysi, aksesuar, ev, yalı ve sarayların gururla sergilendiği; bu aşırı zenginliğin, bu mide bulandırıcı görgüsüzlük ve utanmazlık performanslarının bir güç ve iktidar aracı olarak, bir ‘aşağılama ve ezme’ pratiği olarak üstümüze kusulduğu bir gözdağı rejiminin. Üç kuruş daha fazla paraya sahip olmak uğruna gözünü kırpmadan çocuklarımıza beton tabutlar inşa eden sefillerin, bu alçaklıklarını bir de din kılıfıyla, ahiret inancıyla bir arada, iç içe icra ettikleri ikiyüzlülük ve vicdansızlık rejiminin. Paranın satın aldığı şeyler dışında arzulamaya ve iştah duymaya değecek başka hiçbir şeyin olmadığı inancının tüm topluma musallat olduğu, paranın asla satın alamayacağı erdem ve değerlerin ise hayatlarımızdan bir bir eksildiği bir balçığın. Ahlakın, bütün ahlak kaidelerinin tümden çöktüğü bir ahlaksızlık rejiminin.
Onların geride bıraktıkları boşluk hiç eksilmeyecek artık. Enkaz altında “Baba bak ben de öleceğim, kimse yardıma gelmiyor, lütfen bir ambulans” diye diye hayata veda eden küçücük Elif’in, Kıbrıs’lı çocukların yokluğuyla hiç baş edemeyeceğiz. Hep hatırlatacağız kendimize; insan kalmak sürekli bir oluş içinde olmaktır. Sürekli kendini yaratma edimidir. Onlardan geriye kalan boşluğu, onların seslerini, anılarını eksiksizce içimizde taşımak, onların yokluğuna tahammül etmek, o eşsiz emaneti korumak, o yoklukla cesaretle özdeşleşmektir.
Kaybettiğimiz insanlara, yakınlarımıza bir sözümüz olacaksa eğer, onların her birine, beton ve demir enkazının yuttuğu çocuklarımıza, yakınlarımıza, akrabalarımıza, yurttaşlarımıza bir borcumuz varsa. Onların huzur içinde uyuduklarından emin olmak, yediğimiz yemekten, uyuduğumuz uykudan utanmadan yaşamak istiyorsak. Şimdi geri durduğumuz, kulaklarımızı tıkadığımız her şey için kalan hayatımızda ağır bir suçluluk duygusuyla kıvranmak istemiyorsak…
Bu toplu katliamın bütün faillerinin, suçu, sorumluluğu ve ihmali olan herkesin tek tek hesap vereceği ve yargılanacağı, adalet beklentisi ve taleplerinin tümüyle karşılanacağı bir büyük duruşmanın tarafı, tanığı olmalıyız. Bu süreci kendi sefil suç ortaklıklarımız, küçük çıkar hesaplarımız, bencilliklerimizle yüzleşme ve hesaplaşma için vesile saymalıyız. Küçük bir azınlığın mütemadiyen paralarını saydığı ve istiflediği, kendi aralarında pis bir iktidar ve güç savaşı verdiği bu toplumun harcına taşıdığımız kendi tercihlerimiz, seçimlerimiz, umursamazlıklarım, aç gözlülüklerimizle yüzleşme ve hesaplaşma için.
Çünkü bu aynı zamanda, birbirine koşan, yetişen, yaslanan, sığınan insanların hikayesi. İnsanın en çaresiz, en muhtaç, en güçsüz, en zavallı, en yalnız hissettiği zamanda, tam da böyle hissettiği için belki de, en iyi, en cömert, en merhametli haliyle karşılaşmasının hikayesi. Kardeşliğin, dayanışmanın, hesapsızca yardımlaşmanın, kendini dolaysızca sunmanın, sımsıkı bağlarla birbirine bağlanmanın hikayesi. Bir başına taşınması ve tahammül edilmesi imkansız ağırlık ve yoklukları birbirine sarılarak sırtlanmanın hikayesi. Birbirini yeniden bulmaların, kavuşmaların, karşılaşmaların hikayesi.
Beraberce, el ele yeni bir ahlak ve toplum sözleşmesi yapmak, hepimiz için yeni bir insaniyet zemini inşa etmek, hayatlarımızı ve ilişkilerimizi yeni bir eşitlik, adalet ve özgürlük yasasına göre yeniden yaratmak, ortak insanlık bahçesine hep birlikte oturmak için buradan başlayabiliriz.