La Terra Trema: Kardak’tan ve Realizmden…
Orhan Koçak

“Depremden sonra Yunan milletinin tutumu her şeyi allak bullak etti. Yunanistan’la ikili sorunlarımız ve Kıbrıs çözümsüz devam ediyor. Ama milletler inanılmaz şekilde yakınlaştı. Bu ikilemden nasıl çıkacağımızı bilemiyoruz.”

Bu cümleler beklenebileceği gibi son büyük depremin (6 Şubat) ardından değil, bundan 24 yıl önceki 17 Ağustos 199 büyük depreminden hemen sonra, emekli diplomat ve milliyetçi politikacı Gündüz Aktan’ın kaleminden çıkmıştı (“Yunan milletinin başımıza açtıkları”, Radikal, 1 Eylül 1999). Tekerrür ve fark üzerine felsefi-politik bir diskur geliştirilebilir buradan. Ama böyle bir söylem kolayca “laf salatasına” dönüşerek durumun özgünlüğünü, şaşırtıcılığını kaydetmemizi engelleyebilir. Tercüme edelim bu birkaç yıl sonra Kürt sorununda “Sri Lanka çözümünü” önerecek olan müteveffa MHP milletvekilinin sözlerini: Biz toplumların da kendi devletlerinin peşinde birbiriyle düşman olmasına alışmış, bütün diplomatik pratiğimizi ve uluslararası ilişkiler dünyamızı bu düşmanlık temeli üzerinde, onu sürdürmek için inşa etmiştik. “Milletlerin” birbirine bu ani yakınlaşması maazallah bu Realist çerçeveyi berhava edip hepimizi işsiz bırakabilir. S.O.S.

Bunun biraz kötü niyetli -ama büsbütün temelsiz de olmayan- bir çeviri olduğunu kabul ediyorum. Hele yazının devamındaki şu cümleleri okuyunca:

Bir yol, “İnsanlık başka, dış politika başka” deyip eski husumet politikalarına geri dönmek. Bu iki tarafta da kendini sürekli haklı görmeye ihtiyacı olanları ya da çözüm için kabuklarından çıkmaya ve orda alanda oynamaya gücü yetmeyenleri tatmin eder. İyi ve kötü birbirinden ayrılır. Biz hep barışçı, karşıdaki hep saldırgan olur. Bu artık sanıldığı kadar kolay değil. Yunanistan’la 1996’da Kardak yüzünden savaşa girmek üzeydik (…) Bugün bırakalım savaştan söz etmeyi, savaşı düşünmemize bile imkân kalmadı. Depremde ölenlere karşı “Biz de Türk’üz diyene değil elinizi kaldırmak, gözlerinizden akan yaşı bile durdurmanız güç. Jestin büyüklüğü, facianın büyüklüğüne eşit. Yunan milletinin düşman Türk’ü kardeşe dönüştürmesi, önce onun için, sonra bizim için ruhsal bir deprem oldu. Deprem insanileşti.

Aktan buradan makul görünen bir stratejik-taktik öneri de çıkarıyordu:

“[Eskiden] ikili ilişkilerin başlıca özelliği milletleri de kapsayan derin bir husumetti. Şimdi bu husumet aniden ortadan kalktı. Sorunların bundan etkilenmemesi imkânsız. İlk olarak, sorunların gözümüzdeki hayati önemi azalıyor. Dış politikada bir konu derin bir husumet yaratmıyorsa tabu olacak kadar önemli değildir.”

Husumetin kaynağını sorgulamaktan geri duran ve tabulara her zaman yer olduğunu da ima eden bu sözler, yine de o günkü “milli bakış açısından” epeyce farklıydı. Milli bakış, MHP’li Sağlık Bakanı müteveffa Osman Durmuş’un demeçlerinde billurlaşmaktaydı: “Ermeni yardım ekibine izin veremem.” “Amerika’nın yolladığı hastaneye verecek tek hastamız yok.” “Gönüllüler kalabalık etmesinler.” “Yunan kanı istemiyorum.” Böyle bir bağlamda, Aktan’ın cümleleri, devletin içinde farklı tavırlar da gelişebileceğinin göstergesi gibiydi. Ama düzeltmeler hemen geldi.

İlginç ve semptomatiktir, önce Aktan’ın kendisinden de değil, çevresine topladığı CUMOK’çular tarafından “Anadolu Aydınlanmasının Bilgesi” olarak konumlandırılan müteveffa İlhan Selçuk’tan ve onun fikirdaşı müteveffa Ahmet Taner Kışlalı’dan gelmişti ilk huzursuzluk işaretleri. Kışlalı:

“Çaresizlik ya yılgınlık getirir ya da kızgınlık. Kızgınlık da kör saldırı. Her bunalımda bir günah keçisi gerekir. Bir günah keçisi bulunmalıdır ki, diğer keçiler huzur bulsun! Beşyüzyıl önceki İspanya’da günah keçisi Yahudilerdi. Ulusal düşkırıklığı ve ekonomik bunalım içindeki Almanya’da Yahudilerin yanına komünistler eklendi. Avrupa’nın bazı ülkelerinde ise bugünün günah keçileri Türkler. Deprem Türkiyesi de sonunda [?] günah keçisini buldu: Devlet!” (“Vur, ama düşün!” Cumhuriyet, 25 Ağustos 1999)

Bunu birkaç gün sonra Aydınlanma Bilgesi’nin kendi uyarısı izledi:

Kişinin düşmanlık ya da dostluk duygularını denetlemesi de bir uygarlık sorunu… Kim dost, kim düşman?.. “Türk’ün Türk’ten gayrı dostu yoktur” lafı ilkelliğin üretimi; ırkçılık kokuyor (…) Neredeyse bütün komşularıyla ilişkileri bozuk bir Türkiye’de yaşıyoruz: Batı’da Anadolu’ya dönük bakışlar olumsuz. Ülkeyi bölmek için silaha sarılanların dışardan nasıl desteklendiği kanıtlarıyla ortaya çıkmadı mı!.. Ancak son deprem felaketinden sonra düşman bellediğimiz ülkelerden yardımlar gelmeye başlayınca mantık tersine döndü:

“- Yanılmışız!.. Türk’ün Türk’ten gayrı dostu varmış; demek ki bizi seviyorlarmış…

Doğru mu?..

Yoksa dış ilişkilerini aşırı duygusallığın terazisinde tartan ilkel davranış, bu kez de yeni bir yanılgının tuzağına mı düşüyor?..

Felakete uğrayan ülkelere yardım, çağımızın dünyasında kural!.. Ölüm insanları birleştirir. Savaşlarda ölüleri gömmek amacıyla ateşkese başvurulur. Deprem yardımlarını aşırı bir duygusallıkla abartmanın alemi var mı?..

Peki, ölçü ne?..

Deprem nedeniyle Türkiye’ye yardım eden Batılı ülkelerin bundan böyle Türkiye’ye dönük politikalarında bir değişiklik olacak mı?..

Ölçü bu!.. (“Ölçü?..”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 1999)

Bugünse en azından bu lüzumsuz noktalama işaretlerinin verdiği iç bulanmasından biraz olsun kurtulduğumuz söylenebilir. Her lafın sonunda ünlem veya soru işareti, her ünlem ve soru işaretinden sonra da iki nokta!  Ama kısaca, “ölçüyü kaçırmayalım!..” diyordu Anadolu Bilgesi. İfratlardan ve tefritlerden kaçınalım. Batı üç kuruş verdi diye kendi kendimize gelin güvey olmayalım (bunun “sevindirik olmayalım” diye biraz daha avam bir versiyonu da vardır). Böylece Realist öğretinin deniz seviyesindeki aksiyomuna de inmiş oluyoruz: Devletlerin dostları veya düşmanları olmaz, çıkarları olur. Bunun pratikteki anlamı, Türkiye’de daha Schmitt’gil bir boyut kazanmıştır: Devletlerin sadece düşmanları vardır, daha az ve daha çok düşmanları; mecburiyetten bazı uluslararası ittifak veya sözleşmelere katılırken bile bu aksiyomatik düşmanlık yön verir tercihlerimize. Ama şüphesiz uçlardan, ifrat-tefritten kaçınalım, şeklinde evcilleştirilir bu Schmitt’gil ilke (kendisi, “nötralize edilir” diyordu). Dahiyane formül şüphesiz Stalin’indir. Sorarlar, “hangisi daha kötüdür, sol sapma mı, sağ sapma mı?” Halkların Babası: “İkisi de daha kötüdür.” İkisi de birbirinden kötüdür değil, ikisi de daha kötüdür. Altmış yıllık arkadaşım, Richard Strauss’un kofluğu dışında hiçbir konuda uyuşamadığımız, bundan birkaç ay önce yitirdiğimiz Metin Çulhaoğlu da yanlış anımsamıyorsam TKP’nin gazetesindeki sütununun adını “Doğruda Durmak” koymuştu, sağa ve sola sallanmalardan sonra saat 12’de durmak, hiçbir şey olmamış gibi. (“Ama zaten duran saat bile…” diyor bir münasebetsiz ses. Kim? Belki Vrankoviç, ki onu bile hatırlayan kalmadığını hissediyorum, belki değerli arkadaşlarım Ertuğrul ve Nurdan’dan başka.)

Sol etnografiyi bir yana bırakır ve midedeki bulanmayı da bastırırsak, şunu görme imkânımız oluyor: kendisine zaten hiç yakışmamış bu “insaniyetçi” çıkıştan (Tevfik Fikret!.. Haluk!.. Ve defteri!..) az sonra, Gündüz Aktan da saflara dönmüştü. Kritik tarih, Kıbrıs Rumlarının referandumda Annan Planı’nı reddetmesidir (ama zaten bizim bütün genelkurmay, hariciye ve içişleri de nefeslerini tutmuş bu reddi bekliyorlardı). Adam sonra titreyip kendine geldi, bir barut fıçısına dönüştü, başta Kürtler, liberaller ve solcular olmak üzere herkese beddua etmeye başladı. Hızını alamayıp MHP milletvekili oldu. Elli yaşın üstündekiler onu Radikal gazetesinde 50’li, 60’lı, 70’li yılların İngiliz aktörü David Niven’a benzeyen sütun fotoğrafından da hatırlayabilirler, sanırım hariciye camiasının “hanımları” da benzerliği ona ihsas etmişlerdir.  (Papyonu da var mıydı? Keşke. Ya da işe espadril terlikle gitmeleri? Kuş beyinli mendeburların “monşer” lafını güzel boşa düşüren bir portre olurdu. - Hep olmayacağı istiyoruz.)  

Gündüz Aktan’dan (ve Aydınlanma Bilgesi’nden) daha fazla söz etme fırsatlarını yaratacağım kendime. Bakanlıkta iki farklı çizgi ayırt etmek gibi budalaca bir niyetim var: ikisi de Feridun Cemal Erkin ve Numan Menemencioğlu gibi suç derinliklerinden üreyen ama bir noktada hafifçe ayrışan iki çizgi. Birinin son altmış yıldaki sivrilmiş temsilcileri, Coşkun Kırca, Gündüz Aktan, Deniz Bölükbaşı (bakanımızı bunların yanına ekleyemiyorum, adamlara haksızlık olur, kalite farkı var). Bir de, çok emin olmamakla birlikte, hiç emin olmamakla birlikte, son dönemde Temel İskit, Selim Kuneralp, Yalım Eralp ve belki “genç arkadaş” Aydın Selcen’in temsil ettiği daha eleştirel görünümlü bir çizgi (??).

Bakmalıyız. İzlemeliyiz. Ve en çok da bazı tecellilerini bu mecrada bile görmeye başladığımız bir zihinsiz “Nato’culuktan” da söz etmeliyiz. Şüphesiz dünün Apturaman Çelebilerinden de. Nuray Mert adı benim ağzımdan çıkmadı.

Arada bir mendeburluk arşivine el daldırmak iyi oluyor. Örümcek filan bir yana. Birleşik Arap Emirlikleri’nden veya Bangladeş’ten gelen yardımlara homurdananlar veya İsrail yardım ekibini öldürmeye (çünkü sünnet edemiyorlardı) çalışanlar tam hangi büyük depreme rastlamışlardı, bir veya iki sonrakine mi?[1]


[1] Ece Ayhan da “ben bu Baylancılardan adam çıktığını görebilecek miyim,” diyordu, “ölmeden önce?” Erken ölmedi, zamanı oldu, umutla beklediğini bile iddia edebilirim. Ammavelakin…