Demokratik Siyaset
Derviş Aydın Akkoç

Nilgün Toker henüz neşretmediği yazılarından birinde seçim arifesindeki Türkiye’nin siyasal rejimi için –Walter Benjamin’in faşizm eleştirisinden ilhamla– “olağanlaştırılmış olağanüstülük” saptamasında bulunur: ona göre bu hakikati ihmal eden her bakış açısı rejimin “meşruiyetine hizmet etmekten” öte bir işleve sahip olmayacaktır. “Yaşam dünyalarının yıkıldığı” bir vasatta siyasal alanın kapılarının güya herkese sonuna kadar açık olduğuna dair –muhalefet çemberini de yörüngesine alan– bir yanılsamaya dikkat çeker Toker: Demokratik kurum ve ilişkilerin tıkır tıkır işlediği bir dünya yoktur, aksine toplum –ve doğal olarak tek tek bireyler de– tepeden tırnağa yıkılmış vaziyettedir. Shakespeare’in tabiriyle “cömert bir öfke”ye yaslanarak, seçim sürecine istinaden kimi keskin ve bir o kadar da hüzünlü çıkarımlarda bulunur Toker, esaslı bir kaybın da altını çizerek:

“Kabul edelim geleceği nasıl kuracağız üzerine siyasal kanaatler arası bir yarış yok, hatta pek öyle güçlü fikirler de yok, belki sadece geleceği tahayyül etmeye başlayacağımız bir onarıma ihtiyacımız olduğu konusunda herkes hemfikir.”    

Geleceğin siyasal ufuktan çekilmesi, içinden çıkılamayan bir şimdiki zaman, ve daha da kahreden bir olgu olarak fikir kaybı: insanın “yargı yetisi”ni, düşünme melekesini yitirdiğinde dünyanın çölleştiğinden söz ediyordu Hannah Arendt de: çölleşmiş bir dünyanın başlıca tehlikesiyse kişinin giderek kendini “çölün sakini” addetmesi, çölü evi sanması, üstelik “kum fırtınaları”na, yani totaliter dalgalanmalara karşı körleşmesidir.[1] Toker’in hüznünün ve öfkesinin gerisinde bu çöl imgesinin yankılandığına şüphe yok: siyasal kanaatler arası bir “rekabet”, çekişme, tartışma yahut polemik yoksunluğu, ve genel bir durum olarak “güçlü fikir” açığı… Cılız ve çelimsiz fikirlerin, bulamaç halini almış duygu ve his döküntülerinin sürüsüne bereket akışı, bayatlamış söz parçalarının sonsuzca yinelenmesi ve bunun adının da politika olması… Bu genel körleşme, en iyi ihtimalle astigmat zamanlarında berraklık ihtiyacına, kavram ve fikirlerde açıklık talebine yönelik eleştirel seslerin ve sözlerin gürültüye gitmesi de bir bakıma eşyanın tabiatı gereğidir.

***

Tıpkı savaşlar gibi seçim süreçleri de tantanalı fasılladır: hepsi de istisnasız tarihi önemdedir, kırılma yahut dönüm noktasıdır. Top tüfek değil, anket, analiz ve istatistikler çarpışır. Neyse ki, herkesin lafa kışkırtıldığı bu şenlikli dönemlerde kimi ayrıksı düşünceler de dolaşıma girer. Bu minvalde, Rojda Yıldız’ın “temsil siyaseti”ne yönelik eleştirileri “sırası mı şimdi” dedirten cinsten. Temsili demokrasi ve siyaset hakkında, kendi bulunduğu koordinatın söylemsel hegemonyasına rağmen sözünü esirgemeden eleştirel düşünceler öne sürmekte Rojda Yıldız. Yıldız’a göre, Meclis çoktan bir tür fetişizme dönüşmüştür: bu fetişizmin verdiği başlıca hasar ise siyasetin özgürlükle ilişkisini askıya alması; seçmen kitlelerini bir potada eritip tekil bireylerin söz ve eylemini olanaksızlaştırması; demokratik siyaset tasavvuru ve pratiklerini parlamento ve temsil düzeneği içine hapsetmesidir. Bu zihinsel kilitlenmeyi aşındırma maksadıyla bazı sıkıntılı sorular sorup üzerine düşünülmesi icap eden saptamalarda bulunur Yıldız:

“Meclis siyaseti kapsamında inşa edilen temsil sistemi ‘doğası’ gereği özgürlük karşıtı olarak kendisini konumlandırmış durumda. Bir kişi, onunla beraber benzer sorunları, yaşama arzuları olan milyonları ne kadar temsil edebilir? Temsili demokrasinin toplumda bir politika sakatlığı açığa çıkardığı, toplumsal sorunların bütün çözümünün birkaç yüz kişiye emanet edildiği bir örgütlenmede kendisini dayatacak olan birey ve toplum özgürlüğü değil, devletin ve kliklerin devamlılığıdır. Temsilin kendisinin yeniden bir iktidar alanı açtığı ve temsil edilenin sözüne el koyduğu mevcut düzende, siyaseti demokratikleştirmek her bir bireyin kendini temsil edeceği alanlar inşa etmekle ancak mümkün olabilir.”[2]

“Doğası gereği”: kabul? Temsil aracılığıyla işleyen iktidar oluşumlarının esas mahareti ideolojik sihirbazlıklar eşliğinde söze el koyması, bu durumda toplumu sessizleştirmesidir. Temsil siyaseti mümkün en geniş kitleyi gözüne kestirip söylemini kurarken halk, millet, kimlikler ve sair bileşenleriyle toplum adına konuşma iddiasında bulunur. Meselenin bir diğer veçhesi ise temsil temelli siyasetin zihinsel olduğu kadar pratik açıdan da zafer kazanmış olmasıdır. Düşünsel geri çekilmelerin merkezinde bu zaferin yabana atılmayacak bir payı vardır: Temsil siyaseti geniş yığınlara kendi mevcudiyetinden başka bir alternatifin olamayacağını kanıksatmıştır. Bu itibarla, Rojda Yıldız temsil siyasetinin külçeleşmiş iddialarını sorunsallaştırmaya açar: buna göre, kendi sorunlarının çözümünde söz ve siyaset hakkı bulunmayan kesimlerden oluşan bir toplum siyaseten yaralıdır, bu yaranın başlıca mekânı ise ağızdır; ağızdan söz değil, en fazla temsil mekanizmaları içinde parçalanacak sesler çıkıyordur. Meclis odaklı siyaset bu seslere de taliptir tabii.

Birkaç yüz kişinin milyonları temsil etmesi: “ne kadar temsil edebilir” sorusu nereye kadar sorusunu da yedeğine alarak “nasıl temsil edebilir” sorusunda düğümlenir. Çetrefil bir problemdir bu, Yıldız’a bakılırsa temsil imkânsızdır. “Yönetenler ve yönetilenler” ikiliğini, “özne ve nesne” ayrımını ortadan kaldırmak için temsil siyasetine değil, esaslı bir demokratik siyasete acilen ihtiyaç vardır: “Mevcut siyasetin zihin dünyasına hapsolmuş, kendi örgütlenmesini bu zihinsel kavram ve anlayışlarla örgütleyen bir modelin demokratikleşme imkânı sunduğu henüz görülmemiştir dünyada.” Yıldız nazarında temsil siyasetinin felç eden pratiklerinin karşısına demokratik siyasetin onarıcı tarzını koymak etik bir yönelimden ziyade ontolojik bir mecburiyettir.

Meclis fetişizmini de şekillendiren yegâne aktörse her türden radikal karşı çıkışı dahi kendi bünyesinde eritebilme potansiyeline sahip olan piyasa; Yıldız’ın tespitiyle kapitalizmdir: kapitalist dünya “Rojava “Kadın Devrimi’ni bile ‘kahraman kadınlara’ [indirgiyor], Jin Jiyan Azadî sloganını reklam panolarında popüler bir vitrine dönüştürüyordur.”  Gerek temsil siyasetine gerekse bu vitrinleşme, seyirlik ve tüketilir olmaya karşı “demokratik sosyalizm” imkânına işaret eder Rojda Yıldız: demokratik sosyalizm için “erkek aklını” geride bırakıp “kadın bakış açısını odağına alan” bir söylemin inşa ve örgütlenmesi şarttır. Sorunların çözümü için “kadın aklı” bilimsel ve felsefi bir temelde yürürlüğe sokulmalıdır, her tekil bireyin kendi yaşamı hakkında söz ve eylem kararı almasının önündeki engeller kaldırılmalı; yukarıyı değil, aşağıyı, makro düzlemi değil, yereli eksen alan bir siyaset tarzı hayata geçirilmelidir. Eşitsizlikleri ve hiyerarşileri oluşturan iktidar yapılanmaları çözülmeli; siyaseti sadece ve sadece Meclis kapsamında düşünen ve icra eden anlayışlar eleştirel kıstaslar uyarınca –mahkûm edilmese bile– ifşa edilmelidir. Parlamenter demokrasi söyleminin panzehri olarak radikal demokrasi söylemine yatırımda bulunulmalı, ikna ve rıza üretimi siyasal partilerin dar alanlarına, koltuk fantezilerine değil, toplumun geneline yayılmalı, hegemonya tesisi için de yine bizzat toplumun kendisi inisiyatif oluşturmalı, sorunlar bilime yaslanarak ele alınmalı ve tüm bunlar da kapsayıcı bir özgürlük siyasetinin pusulası kılınmalıdır. Demokratik siyasetin özgürlük siyasetiyle kendini taçlandırdığı bu fikir kapitalist dünyanın da çanına ot tıkmaya adaydır Yıldız’a göre: “Kapitalist modernitenin en güçlü silahlarından olan temsil siyasetini aşmak” için siyasetin demokratikleşmesi kaçınılmazdır…

***

Hannah Arendt çölleşmiş bir dünya karşısındaki daha yaygın bir tehlike olarak kaçış (escapism) jestinden söz ediyordu: “her ne olursa olsun çöl dünyasından, politikadan kaçıp daha az tehlikeli vahalara” intikal etmek… Arendt’e göre, görünürde daha güvenli olan vahalara geçilirken kişinin kendi sahasına içinden kaçtığı çölden kumlar taşıması işten bile değildir. Arendt örnek olarak Kierkegaard üzerinde durur, Kierkegaard şüpheden kaçıp imana sıçramaya çalışırken dini algısının yüreğine şüphenin âlâsını taşımıştır: bu durumda kaçılmaya çalışılan şeye öyle ya da böyle yakalanılır. Eleştiri –Antiklerin yüklediği anlamda– iki ya da daha fazla şeyi birbirinden ayırma işlemidir ve fakat bu ayırma işlemi kriz olmaksızın vuku bulmaz, her ayırma ve ayıklama edimi kendi krizini de peşi sıra sürükler; bu krizlerin neticesi de yerine göre güçlü kuvvetli yerine göre dip köşelere sinmiş paradokslardır. Çoğun dudak bükülen paradokslar her güçlü düşüncenin armasıdır.

Rojda Yıldız’ın sözü elbette herhangi bir kaçış arzusu ihtiva etmez, daha ziyade bir çeşit yüzleşme çağrısı, eleştiri çabası… Hal böyleyken paradokslar da tam olarak bu çabada ışıldamaktadır: Öne sürülen söylem eleştirisini yaptığı nesneden kimi izler taşır. Öznenin düşünsel kireçlenmeleri çözmek için huzursuzluk çıkarırken kendi bulunduğu yerde fazla huzurlu olması… Temsili siyaset çölünden sıyrılma arzusuna tebelleş olan, demokratik siyaset formülünü tartışmaya açabilecek izlerdir bunlar, bu çizgilerin sorularla üzerine gitmek mümkün: Demokratik siyaset istenci Meclis ve temsil siyaseti karşısında konum alırken kendisi bir çeşit fetişizme dönüşmemek için hangi koruyucu-zihinsel önlemlere sahiptir? Eskilerin “eleştiri-birlik-eleştiri” esprisine benzer bir mekanizma mı söz konusudur? Eleştiri bahsinde, Foucault’nun çalışmalarını da hesaba katarak ifade etmek gerekirse demokratik siyasetin kendi sağlamasını yaparken başvuracağı bilime ne ölçüde güvenilebilir? Bilgi ve iktidar arasındaki ilişki “kadın bakış açısı odağa” alındığında nasıl bir biçim ve içerik edinecektir? Bu hattan hareketle, şayet Horkheimer haklıysa ve “akıl” belli bir doygunluğa varıp kendi akıldışı alanlarına –toplama kampları, totaliter yapılanmalar– sürüklenip çoktan yıkıldıysa, “kadın aklının” olası bir yıkıma karşı sigortası nedir? Madem temsil imkânsızdır, bu durumda “kadın odaklı bakış açısı” kendi temsilini nasıl icra edecek, sesten söze nasıl geçecektir? Konuşan kimdir sorusunun yanı sıra, konuşmanın ve aksiyonun meşruiyeti nasıl sağlanacaktır? Temsil siyasetinin söyleminde yamalı bohçadan öteye gitmeyen farklı kimliklerin görünürlüğü demokratik siyasette nasıl olacaktır? Demokratik siyaset temsil siyasetini elinin tersiyle bir kenara itmeyecek –bir vakitler Lenin’in yaptığı gibi Meclis'in bir “burjuva ahırı” olduğu ifşasıyla yetinmeyecekse– parlamento mücadelesine nasıl ve hangi koordinatlardan dahil olacaktır? Demokratik siyaset kendine has liderlik imge ve oluşumlarını, otorite bloklarını içeriden bir hamleyle nasıl dönüştürecektir? Demokratik siyasetin failleri Yasa ve güçle, demek iktidarla arasındaki ilişkiyi hale yola sokmaya çalışırken neredeyse her şeyi silip süpüren kapitalizm olgusuna hangi araçlarla karşı koyacaktır? Tekmil radikallikleri, radikal kelimesinin kendini bile tanınmaz hale getiren piyasa dünyasına karşı hangi zemine çekilerek mücadele edilecektir?

***

Çoğaltılabilecek tüm bu soruların cevaplarını Rojda Yıldız’ın yazısından beklemek elbette insafsızlık olur; bir fenomeni, demokratik siyaset tasavvurunu gündeme getirmeyip tam aksine gündemden ayıkladığı yazısı kendi içinde zaten yeterince kuvvetli: sadece seçim öncesini değil, sonrasını da kapsayan bir problemi dile getirmek… Siyaset düşüncesinin ziyadesiyle sınırlı kavramlarını yeniden ve farklı içeriklerle tartışmak kadar önemli olan bir başka edim de galiba yeni sorunlar oluşturmak, sorular sormak; Nilgün Toker’in haklı olarak yakındığı “fikir açığı” meselesi yeni sorular sormadan nasıl kapatılabilir ki… 


[1] Hannah Arendt, The Promise of Politics, Schocken Book: New York, 1990, s. 201.

[2] Rojda Yıldız, “Demokratik Siyasetin Neden Bilime İhtiyacı Var?”, Yeni Yaşam gazetesi, 18 Nisan, 2023. https://yeniyasamgazetesi4.com/demokratik-siyasetin-neden-bilime-ihtiyaci-var/