“Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi” ifadesi birçok seçim için kullanılmış bir klişedir. Bu ifadenin klişeleşmiş niteliğine rağmen, 14 Mayıs 2023’te yapılacak Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinin gerçekten yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli birkaç seçiminden biri, hatta bazı açılardan en önemlisi olacağına kuşku yok. Bu seçimlerin Cumhuriyet’in yüzüncü yıldönümü arifesine denk gelmesi, nesnel olarak bir şey ifade etmese de, simgesel olarak seçimlerin anlam yükünü arttırıyor.
Bir seçimin çok önemli olduğu, seçimle ilgili beklentilerin niteliğiyle, seçim öncesinde dile getirilen öneriler ışığında iddia edilebilir. Ama bir seçimin büyük bir dönüm noktasına tekabül eden bir siyasal olay olarak tarihe geçmesi elbette seçimin sonucu ve onu izleyen gelişmeler ortaya çıktıktan sonra mümkün olur. Bu açıdan bakıldığında, 2023 çifte seçiminin, yirmi bir yıldır aralıksız iktidarda olan bir kişiye, partisine, zaman içinde gerçekleştirdikleri parti-devlet bütünleşmesine ve tek adam rejimine karşı toplumun en azından yarısından biraz fazlasında büyük bir değişim beklentisini ifade ediyor oluşu, son yüz yılımızın en önemli seçimlerinden biri olduğunu söylemek için güçlü bir nedendir ama yeterli değildir.
14 Mayıs 2023 seçimleri, bundan yetmiş üç yıl önce, aynı ay ve aynı günde yapılmış milletvekili seçimleriyle benzer bir değişim beklentisi yoğunluğu taşıyor. 1950’de bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin başladığı son derece gergin bir seçim yaşanmıştı. Seçimler uzun sürmüş bir tek parti rejimine son verip, demokrasiye geçişi savunan siyasal hareketin kazanmasıyla sonuçlanmıştı. Demokrat Parti’nin demokrasi vaadinin hakim partinin işine geldiği kadarıyla sınırlı bir vaat olduğu zaman içinde ortaya çıktı ama askeri darbelerle bir veya iki yıl kesintiye uğrasa da, çok partili parlamenter rejim o günden 2018 seçimlerine kadar yürürlükte kaldı. Bu bakımdan Mayıs 1950 seçimleri gerçekten Cumhuriyet tarihinin son derece önemli bir dönüm noktası oldu.
2023 seçimlerini gene bir 14 Mayıs’ta yapmak, Tayyip Erdoğan ve kurmaylarının sırtlarını 1950’de ifadesini bulan toplumsal değişim dinamiğine bir kez daha yaslamak, onun hatırasından güç almak projelerinin bir sonucuydu. Ama bugün bu tarih onların tasarladıklarının tam tersine bir toplumsal beklentinin simgesi oldu. Resmen beş ve fiilen yedi-sekiz yıldır yürürlükte olan tek adam yönetiminden, yani otokratik rejimden çıkışı, parlamenter demokrasiye hemen fiilen ve kısa zamanda resmen dönüş arzusunu şimdi 14 Mayıs 2023 günü yapılacak seçimler ifade ediyor. Bir bakıma 1950’nin “Yeter, söz milletindir” sloganındaki “Yeter!”in bir o kadar güçlü biçimde haykırıldığı ve söz ve karar tekelinin Reis’te, Parti’de, Saray’da olmadığının vurgulandığı bir değişim arzusu bu.
2023 seçimleri öncesindeki kampanya döneminde, iktidar bloğu daha çok savunma pozisyonunda kaldılar. Hamle üstünlüğü kazanmak için yaptıkları hamlelerin çoğu sonuç vermedi. “Türkiye Yüzyılı” sloganının içi bu kez uzun vadeli hedefler içermiyordu. On yıl önce vaat edilen 2023 hedefi, somut durumda on yıl önceki durumdan daha geriye düşmekle sonuçlanmıştı. 2053, 2071 gibi hamasi hedefler de artık bir anlam ifade etmez olmuştu çünkü bu kez Erdoğan partisi ve müttefiklerini seçimi kaybetme telaşı sarmıştı. Örneğin kamuda işe alımda mülakatı kaldırma önerisi, bir detay gibi gözükse de, Erdoğan/AKP iktidarının yıllardır uyguladıkları sistemli kayırmacılığı ve bunun vahim olumsuz sonuçlarını itiraf etmekten başka bir şey değildi. Bu ise iktidar bloğunun uzun yıllardır iktidarda olması nedeniyle, doğal olarak savunma pozisyonuna çekilmesinden kaynaklanmıyordu. Yükselen ve seçimde çoğunluk olma potansiyelini güçlü biçimde taşıyan toplumsal dinamik karşısında azınlıkta kalma tehdidini somut olarak hisseden Tayyip Erdoğan etrafında toplanmış ittifak, AKP ve Erdoğan’ın önceki seçim kampanyalarına göre çok daha sönük ve esas olarak savunma amaçlı bir kampanya yürüttüler.
Tayyip Erdoğan’ın 2023 seçim kampanyasında bol bol kullanmaya hazırlandığı “Yeter, söz milletindir!” sloganını apar topar rafa kaldırması sadece deprem sonrası yükselen tepkiler nedeniyle değildi. Bu sloganın tam da kendi otokratik iktidarına karşı toplumsal tepkiyi çok iyi ifade edeceğinin farkına vardığı içindi. Bu farkına varış, “yeter!” nidasının yöneldiği hedefin kendisi olmasının yanında, bu kez “millet” kavramının Türkiye siyasal-toplumsal tahayyülünde, özellikle muhafazakâr-milliyetçi çevrelerdeki etnik-dinî çağrışımını büyük ölçüde etkisiz kılacak bir muhalefet koalisyonunun karşısına çıkmasıyla da bağlantılıydı. Ve bu ittifakın adı tam da Millet İttifakı’ydı ve tek bir cumhurbaşkanı adayı etrafında birleşmişti. Bunun yanında Emek ve Özgürlük İttifakı altında veya diğer sosyalist ittifaklarda toplanan parti ve hareketler de Tayyip Erdoğan’ın seçimi kaybetmesinin hukuk devleti ve demokratik parlamenter rejime geçişin anahtarı olduğu tespitinden hareketle, onun her açıdan simetrik zıddı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını birinci turda destekleme kararı almışlardı. Erdoğanizm’in karşısına bu kez yakın tarihimizde benzeri olmayan türde bir desteğe sahip aday çıktı.
1950 seçimleriyle önümüzdeki seçimin demokratik olmayan bir rejimden demokratik parlamenter rejime geçiş seçimleri olarak benzeşmeleri ihtimaline işaret ederken, ikisi arasında var olan önemli bir farkı belirtmek lazım. 1950 seçimlerine CHP de çok partili parlamenter rejime geçişi resmen kabul etmiş bir parti olarak girmişti ama 1946’da hem çok parti deneyimini başlatmış hem “açık oy gizli sayım” gibi uygulamalarla “şaibeli seçim” düzenleyerek eski düzeni devam ettirmek istemiş olmasının yükünü taşıyan, kendi içinde de ikircikli bir partiydi. Ama 1950’de seçim kampanyasında iki çok farklı, birbirine zıt siyasal rejim savunusunun yapıldığı bir yarış yaşanmadı.[1] 1950 seçimleri ve hemen sonrası, Demokrat Parti muhalefetinin seçim öncesinde dile getirdiği, 1946’daki uygulamaların tekrarlanması ve belki seçim sonucunun CHP tarafından kabul edilmemesi endişelerini boşa çıkardı. Dolayısıyla 1950’de CHP ne tek parti rejimini, ne Milli Şef yönetimini artık savunuyordu. Demokratik bir seçim sonucunda iktidarı devretti. Türkiye’nin yeni dünya düzeninde Batı kanadında yerini alması için kısmen mecburen, kısmen toplumsal dinamiğin sürüklemesiyle CHP’nin resmi görüşü artık demokratik parlamenter rejimi savunuyor ve hatta 1924 anayasasının da buna uygun biçimde gözden geçirilmesini öneriyordu.
Askeri darbe sonrası yeni anayasanın yürürlüğe girmesini izleyen 1961 ve 1983 seçimlerinde de yürürlüğe yeni giren siyasal rejimi bütünüyle değiştirmek iddiasını dile getiren bir muhalefet seçim yarışında yoktu. Bu seçimler de elbette önemliydiler, askeri cunta yönetimlerine son veriyorlardı ama seçime katılan partiler darbeci iradenin getirdiği birincisinde demokratik, ikincisinde otoriter anayasal ve kurumsal çerçeveyi ana hatlarıyla kabul ediyorlardı.
14 Mayıs 2023 seçimleri bu açıdan hem 1950’ye hem 1961 ve 1983 seçimlerine göre büyük bir fark arz ediyor. Bu kez bir taraf, otokratik başkanlık rejimini sürdürmek, pekiştirmek, kurumlara ve topluma iyice nüfuz ettirmek, buna bağlı ideolojik-kültürel hegemonyayı yerleştirmek projesini savunurken, muhalefet partileri güçlendirilmiş parlamenter rejime, hukuk devleti düzenine, demokratik çoğulculuğa ve temel hak ve özgürlüklere saygılı bir yönetim anlayışına geçişi öneriyorlar. Muhalefet seçimden zaferle çıkarsa, bu değişim adımlarının Erdoğanizm öncesi yürürlükte olan yarım yamalak hukuk devleti ve parlamenter rejime, güvensiz bir temel hak ve özgürlükler düzenine geri dönüşle sonuçlanması, Erdoğanizm öncesinin restorasyonundan öteye gitmemesi ihtimali elbette var. Ama seçim sonuçlarına göre, mecliste ortaya çıkacak yeni tablodaki güç dengesinin değişimi gerçek bir hukuk devleti, bağımsız yargı ve medya, canlı bir toplumsal örgütlenme ile dengelenmiş bir hakiki parlamenter rejime ve bunun güvencesi olacak anayasaya götürme ihtimali de var. Erdoğanizm öncesinin restorasyonuyla sınırlı olmayan böyle bir değişimin parlamentoda esas güvencesi Emek ve Özgürlük İttifakı adaylarının mümkün olan en yüksek sayıda milletvekilini kazanmaları olacak.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, 1950’den farklı olarak önümüzdeki çifte seçimde otokratik rejimin konsolide olması ya da sona ermesi gibi iki taban tabana zıt seçenek arasında seçim yapılacak. Mayıs 2023 seçimlerini Cumhuriyet tarihinin diğer önemli seçimlerinden esas bu olgu ayırıyor. Bu kez etnik milliyetçiliğin, artık bariz biçimde gerici nitelikleri öne çıkmış bir muhafazakârlığın ve iktidarı yağma bölüşümü olarak anlayan zihniyetin sürdürmeye niyetli oldukları parti devleti ve tek adam rejimiyle özetlenebilecek yerli otokratik rejimi demokratik bir yolla değiştirmek veya bu yolda devam etmek arasındaki tercihi ifade edecek kullanılacak oylar.
Önümüzdeki seçimlerden Tayyip Erdoğan’ın yeniden başkan seçilerek çıkması ve/veya mecliste Cumhur İttifakı’nın yeniden çoğunluk elde etmesi de yabana atılmayacak oranda ihtimal dahilindedir. Seçimlerin böyle sonuçlanması durumunda Mayıs 2023 seçimleri ileride Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası olarak değerlendirilmeyecektir. Tedrici biçimde yerleşen tek adam rejiminin kilometre taşları olan, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, Temmuz 2016 başarısız darbe teşebbüsünün mümkün kıldığı uzun Olağanüstü Hal ve 2017 anayasa referandumu ve nihayet otokratik rejimin resmî adı olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin yürürlüğe girdiği 2018 seçimlerinden oluşan bir sürecin parçası olarak Mayıs 2023 seçimleri tarihe otokratik rejimin konsolidasyon anı olarak geçecektir.
Bugün Türkiye’deki seçimlerin dış basında da 2023’ün dünyadaki en önemli seçimlerinden biri olarak değerlendirilmesinin nedeni tam da otokratik bir rejimden seçimler yoluyla ve demokrasi yönünde çıkmanın mümkün olup olmadığının en önemli denemelerinden birini sunuyor olmasıdır. 20. yüzyıl faşizmlerinden, tek parti diktatörlüklerinden, askeri veya sivil diktatörlüklerden farklı olarak, içinde bulunduğumuz yüzyılda otokrasilerin bir kısmı serbest katılımlı seçimler aracılığıyla iktidarlarını sürdürebiliyor. Burada dikkat çekici olan, serbest seçimle iktidara gelmeleri değildir. Son iki yüzyılda dünya siyasal tarihinde serbest seçimle iktidara gelip, sonra seçimleri yürürlükten kaldıran veya tamamen göstermelik kılan çok fazla diktatörlük örneği var. Günümüz otokratik-otoriter iktidarlarının çoğunu farklı kılan, düzenli aralıklarla yapılmaya devam edilen, bazı kısıtlamalara rağmen gene de katılımın serbest olduğu ama çok eşitsiz bir yarışmanın geçerli olduğu seçimler aracılığıyla iktidarda kalmaya devam etmeleridir. Adım adım kuvvetler ayrılığına son vermeleri, meclis çoğunluğuna ve seçim başarılarına dayanarak temel hak ve özgürlükleri kısıtlamaları, yargıyı denetim altına alıp siyasal baskı aracına dönüştürmeleri ve medyayı büyük ölçüde iktidarın güdümü altına almalarıdır. Benzer dinci-milliyetçi muhafazakârlık, sistemli kayırmacılık ve yolsuzluk politikaları uyguluyorlar.
Günümüzde hukuk devletinin yürürlükten böyle bir süreç içinde kaldırılmasının dünyadaki en anlamlı iki örneği olarak Macaristan’da Orban ve Türkiye’de Erdoğan yönetimleri gösteriliyor. Bunlara Hindistan’da Modi iktidarını da ilave edebiliriz. Hem iktisadi (ahbap-çavuş kapitalizmi), hem ideolojik (etnik-dinî milliyetçilik) görünüm, hem de siyasal rejim (seçimli otokrasi) bakımından bu Macaristan ve Türkiye’deki yönetimler arasında anlamlı benzerlikler var. Aradaki fark, Orban’ın Erdoğan gibi sultanlık rejimine heves etmeyip, otokratik rejimi parlamenter düzen içinde var etmeyi tercih etmesi ve muhaliflerine karşı ceza yargısını bir ağır silah olarak (şimdilik?) kullanamamasıdır. Ve belki bu nedenlerden dolayı Orban serbest seçimler aracılığıyla iktidarda kalma şansını çok daha fazla koruyor.
Elbette Türkiye’de 14 Mayıs seçimlerini özellikle anlamlı kılan iktidarda uzun süre ve tek başına kalan kişi ve partinin kaybetmesi ihtimali değildir. Çünkü söz konusu olan, hukuk devletini lağvetmemiş, gücün tek bir mercide toplanmasına yol açmamış, yargıyı bir ağır saldırı silahı olarak kullanmamış ama uzun sürmüş bir mütehakkim parti iktidarına son vermek değildir. Yalnız iktidarın el değiştirmesini değil, hatta siyasal rejimin değişmesini de değil, ondan çok daha fazlasını, Türkiye’ye özgü otokratik rejimin, Erdoğanizm’in yerleştirdiği siyasal-toplumsal sistemin, bu sistemin kurumlarının, salgıladığı normların, davranış kalıpları ve değerlerin, toplumsal ilişkilerin değişmesi potansiyelini gündeme getiriyor. Bu da 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlere yürürlükteki siyasal-toplumsal sistemin yandaşları ve karşıtları açısından bir varlık-yokluk mücadelesi niteliği veriyor. Otokratik iktidarın toplumu düşman kamplara bölme stratejisinin de beslediği bu toplumsal hal, seçimleri potansiyel bir iç savaşın enerjisinin kanalize edildiği, iç savaşa bir anlamda ikame olan bir sürece dönüştürüyor.
AKP’nin iktidara geldikten sonra kazanarak çıktığı önceki seçimlere kıyasla önümüzdeki seçimi farklı kılan önemli gelişme, muhalefet partilerinin çok farklı parçalarının bugüne kadar Tayyip Erdoğan’ın seçimleri kazanmasını sağlayan etmenlerin en önde gelenini etkisiz kılacak bir adım atmaları oldu. Toplumu etnik, mezhepsel, kültürel farklar üzerinden ayrıştırarak, düşman kamplara bölme stratejisini boşlukta bırakacak bir uzlaşmayı gerçekleştirdiler. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen siyasal hareketler, Türkiye’nin etnik, mezhepsel, kültürel farklarını en azından Erdoğanizm karşıtlığı etrafında birleştirmeyi başardılar. Siyasal tarihimizde ilk kez birbirinden çok farklı sosyal demokrat, milliyetçi, İslâmcı, liberal, muhafazakâr partiler, ortak paydası parlamenter demokrasi ve hukuk devleti olan bir değişim programı etrafında bir araya geldiler ve Erdoğanizm ittifakının bunu bozmaya yönelik girişimlerini büyük ölçüde boşa çıkarmayı şimdilik başardılar.
Bu başarıda Erdoğanizm’in iktisadi ve sosyal alanda yıpranmasının, ideolojik güç ve cazibesini büyük ölçüde kaybetmesinin payı vardı. 6 Şubat depremlerinin Erdoğanizm’in bütün olumsuz yanlarını ve neden olduğu toplumsal yıkımı bütün çıplaklığıyla ortaya dökmesi de buna ilave oldu. Ama bunlardan öteye, esas belirleyici etmen, devletin tüm kurum ve imkânlarını eline geçirmiş, medya ve yargı baskısını fütursuzca kullanan bir siyasal güce karşı siyasal mücadelenin geçen yüzyılda faşizme karşı mücadelelerde olduğu gibi çok geniş bir ittifak oluşturmanın olmazsa olmaz gereğini kuvveden fiile geçirmesi oldu. Buna rağmen Tayyip Erdoğan’ın ve onun etrafında oluşan ittifakın bu seçimleri kazanması, Türkiye’nin bir yüzyıllık siyasal-sosyal tarihini büyük ölçüde belirleyen, ikisi de otoriter ve farklı türde milliyetçi ama birini modernist, diğerini muhafazakâr olarak kısaca tanımlayabileceğimiz iki ana akımın çatışmasını aşmak ve kapsayıcı bir demokratik ortak zemin oluşturmak girişimini de muhtemelen baltalayacaktır.
Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olmaya aday bu seçimlerde sadece Tayyip Erdoğan’ın başkanlık seçimini kaybetmesinin değil, Millet İttifakı ve Emek ve Özgürlük İttifakı milletvekillerinin toplamının anayasa değişikliği yapmaya yetecek bir çoğunluğa erişmesi, en azından bu sayıya yaklaşmasının önemi artıyor. Erdoğanizm’in birbirinden farklı nedenlerle son bulmasını arzulayan bütün seçmenler, bir oylarını Tayyip Erdoğan’ın birinci turda seçimi kaybetmesi için, diğer oylarını bulundukları seçim bölgesinde muhalefet ittifaklarının en fazla milletvekili kazanması için en etkin biçimde kullanacaklar mı? Bu, demokratik değişim için yeterli olmayacaktır ama o büyük ilk adımın atılabilmesinin olmazsa olmaz önkoşuludur.
[1] CHP ve DP’nin 1950 seçim beyannamelerinin karşılaştırması, iktisadi ve sosyal konularda var olan farkların yanında, siyasal rejim konusunda aralarında anlamlı bir fark kalmadığını gösteriyor, bkz. https://www5.tbmm.gov.tr/yayinlar/2022/Cumhuriyet_donemi_partiler_secimler_beyannameler.pdf