Sol Siyaset Vicdan Siyasetidir (1)
Erdoğan Özmen

Hayatlarımızın mütemadiyen etrafında döndüğü bir merkez var belki de. Derinliği giderek küçülen, giderek daha çok hükmedebildiğimiz tekrarlarla çevresinde dönüp durduğumuz hareketli bir çekirdek alan. Her seferinde biraz daha yaklaşmayı ve nüfuz etmeyi umarak, yaklaşarak ve nüfuz ederek. Bir tür evcilleştirme, tanınır, bilinir kılma çabası bu. Hiç olmazsa, en azından sınırlarını saptama, çerçeveleme, başka bir düzlemde yeniden tanımlama, belki de adlandırma girişimi. En başından itibaren dil sayesinde ilerleyecek, kelimelerin eğip bükeceği, biçimlendireceği bir süreçten söz ediyoruz demek ki. Tam olarak ifade edilemeyen şeyi kendimize sezdirmekten, kendimiz için temsil etmeye çalışmaktan.  Şeylere yeni oluş biçimleri yakıştırarak yeni anlam katları ve kümelenmeleri yaratmaktan. Deneyime anlam atfetmekten ve geriye dönük olarak yeniden öğrenmekten. Bir gelecek ufku icat etmekten ve bu sayede geçmişi şimdiye taşımaktan, şimdiki zamanı genişletmekten. Var olmanın ancak bir anlam alanında ortaya çıkarak, benzersiz bir edimselleşme jestiyle mümkün olacağının bilgisiyle, bunun için didinip durmaktan. Durmaksızın bizi aşan, bizden taşan olaylar karşısında, yine hiç durmaksızın harekete geçeriz.      

İlk temaslardan, ilk açlıklardan ve kasılmalardan, ilk yumuşaklıklardan, bedenlerin birbirine karıştığı ilk anlardan, ilk koku ve tatlardan, ilk uykulardan, ilk ninnilerden, ilk seslerden söz etmek bu. Annenin memesinden akan ılık sütle dolmaktan, yatışmaktan… İlk ayrılıklardan, İlk kaygılardan, ilk hüsranlardan, ilk engellenmelerden, ilk ihmallerden, ilk feryatlardan, ilk kırılganlıklardan söz etmek. İlk sevinçlerden, ilk tatminlerden, ilk tesellilerden, ilk okşayışlardan, ilk baştan çıkarmalardan. İlk bağlılıklardan, ilk korkulardan, ilk beklentilerden, arzunun ilk belirişlerinden söz etmek. İlk terk edişlerden, ilk dalgınlıklardan, ilk unutkanlıklardan. İlk ebedi mutluluk anlarından. Varlığımızı oluşturan bütün deneyimlerden… Bedene kaydolmuş, bedene kazınmış, bedende birikmiş, bedenden taşmış bu devasa magmadan yola çıkıp bir anlam çeperi yaratmaktan. İnsan, bütün kimliklerden ve farklardan, bütün konumlardan ve karşıtlıklardan önce bu yaratıcı ve yeniden yaratıcı kapasite, potansiyel ve tutumdur.     

Bu yüzdendir belki de, yaşlandıkça içimizde giderek genişlemesi çocukluk havzasının. Başlangıçtan uzaklaştıkça içimizde büyümeyi sürdürmesi, daha çok yer kaplaması çocukluğun.        

Bu yüzden, “Çocukluğumdan beri hafızanın varlığımı hareketlendiren canlı ve coşkun bir kaynak olduğunu hissetmişimdir” diye yazmıştır Aharon Appelfeld. 1932’de Romanya’da doğan, 1941’de Nazilerin doğu harekatı sırasında annesi öldürülen, babasıyla birlikte bir toplama kampına gönderilen, kamptan kaçmayı başaran, üç yıl boyunca saklandıktan sonra 1944 yılında Kızıl Ordu tarafından bulunan ve Sovyet ordusuna aşçı olarak katılan, nihayet 1946’da Filistin’e ulaşan, savaştan sağ kurtulduğunu öğrendiği babasına 1950’lerde yeniden kavuşan Aharon Appelfeld. Sonra şunları ekler:

“Savaş yıllarına dair çok az şey anımsıyorum, sanki hiç aralıksız altı yıl sürmemiş gibi. Doğru, kimi zaman yoğun sisin arasından görüntüler yüzeye çıkıyor: Bir karaltı, kömürleşmiş bir el, lime lime olmuş bir ayakkabı. Bazen bir ocaktan çıkan ateş kadar acımasız olan bu görüntüler, kendilerini göstermeyi reddediyormuşçasına çabucak soluveriyor ve yine savaş adını verdiğimiz o karanlık tünel beliriyor. Bilinçli hafızanın sınırı bu.ama insanın el ayaları, ayak topukları, sırtı ve dizleri hafızadan daha çok anımsıyor. Bunları nasıl ortaya çıkarabileceğimi bilsem gördüklerimin ağırlığı altında ezilirdim. Bazı durumlarda bedenimi dinlemeyi başardım ve sonrasında birkaç bölüm yazdım ama bunlar bile sonsuza dek içimde kilitli kalacak olan, nabız gibi atan karanlığın parçaları.”[1]

***

Kendi haline gelmek, böylesine dağınık, etrafa saçılmış, parçalanmış, varlığımızı aşan, sebeplerini ve kaynaklarını bilmediğimiz geçmiş olaylar kütlesini bir araya getirmek, eklemlemek, biçime kavuşturmaktır. Demek, yönümüzü ve bakışımızı mütemadiyen öteye, ufka çevirerek sürdürülen bir aşkınlık arayışıdır bu. Kendi tamamlanmamışlığını tanıma, o parçalanma deneyiminden kurtulma, bütün olma arayışıdır. Ama, bundan önce, kendinden uzaklaşmalı, kendinden kopmalı, kendini kaybetmelidir insan. Çünkü söz konusu imkansız ve ebedi arayış, onca iz ve kalıntının, birikmiş yığının aralıksız bir tercümeye tabi tutulmasıyla mümkündür ancak. Ancak ötekine vararak, bu lütuf için. Bizim için, bizi aşan bu büyük olay için. Ötekinin cömertliği ve şefkatine tutunarak. O aralıkta zuhur edecek içimdeki şükran hissiyle. Böylece, güven duyarak, güvenle yerleşerek dünyaya. Öteki'nin beni gözeteceğine, varlığımın süreceğine dair güveni kazanarak.       


[1] Aharon Appelfeld, Zor Bir Hayatın Hikayesi, Çeviri: Kerem Işık, YKY, Eylül 2009, s. 6, Bu vesileyle, Metis’in yayınladığı (Çeviri: Aslı Biçen) “Ruhun Kuytusunda” romanından da söz etmiş olayım.